Gerçekçi olup imkânsızı isteyen kuşakların, 1968 Mayıs’ında sokaklara dökülmesinin üzerinden yarım yüzyılı aşkın zaman geçti. Fransa’da öğrenci sorunlarını merkezine alarak ortaya çıkan hareket, kısa sürede Yaşlı Kıta’nın önemli merkezlerinden Yeni Dünya’ya yayılacak ve repertuarını genişletecekti. 68’in idealist gençleri, bir yandan “bir, iki, üç, daha fazla Vietnam!” sloganı eşliğinde emperyalist politikalara kafa tutarken, diğer yandan da kadın hareketlerini ve siyahî halkların özgürlük mücadelesini kuşatacaktı.
Başka Bir Dünya Mümkün
Büyük başkaldırıyı sosyolojik anlamda bir karşı kültür hareketi olarak da nitelendirmek mümkün ve yazımıza konu olan olgunun sinema ayağında 68 çıkışı birden fazla temel üzerinde yükseldi. Bunlardan ilki, Fransız Yeni Dalga Hareketi’nin izini sürüyor ve Jean-Luc Godard öncülüğünde bir dizi denemeye girişiyordu. “Marx ve Coca Cola Çocukları” şeklinde özetlenebilecek bu dönem, yönetmenin Brechtyen yaklaşımını adım adım Dziga Vertov’a yaklaştıracaktı. Godard’ın kahramanları, kimi zaman kameraya dönerek ve seyirciye bütün bu olup bitenin kurmaca olduğunu söyleyerek bambaşka bir gerçekliğin peşine düşmüştü.
Madalyonun diğer tarafında, direnen bir sinemayı örgütlemenin yolunun film yapım yöntemlerini tepeden tırnağa değiştirmekle mümkün olacağına işaret eden Cinema Novo’cular bulunmaktaydı. Brezilya’dan yola çıkıp Üçüncü Dünya’nın sanatçılarının ufkunu açan devrimci yönetmenler arasında “Açlığın ve Şiddetin Sineması”na övgü yapan Glauber Rocha, Nelson Pereira Dos Santos gibi isimler vardı. Onların mücadele azminin Yılmaz Güney’i de içine alan bir sinemaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Aykırı Kahramanlar Arasında
68 kuşağının popüler sinemadaki temsilcileri, Yeni Hollywood Sineması’nın temellerini 60’ların ortalarında atmaya başlamışlardı. Stuart Rosenberg imzalı Parmaklıklar Arkasında’nın anti kahramanının (Paul Newman), 50’li yılların “asi gençlerinden” önemli bir farkı vardı. Soğuk Savaş yıllarının öfkeli kuşağının başlıca temsilcilerinden Marlon Brando ve James Dean’in tepkileri daha çok aile kurumuna ya da toplumsal önyargılara yönelmişken, yeni tiplemelerin derdi bizzat sistemle olacaktı. Easy Rider’da gerçek Amerika’yı aramak üzere yola çıkan; ancak onu hiçbir zaman bulamayacak olan hippiler, Geceyarısı Kovboyu’nda bir rüyanın peşine takılarak New York’un yolunu tutan hırsız ve jigolo ya da Büyük Bunalım’ın iki kanunsuzu, Bonnie ve Clyde gerçek anlamda birer kahraman sayılamazlardı.
Robert Altman, Sidney Lumet, Arthur Penn gibi dönemin ruhunu çok iyi yakalayan, çoğunluğu televizyondan gelme yönetmenlerin üretimleri üzerinde yükselen Yeni (Özgür) Hollywood Sineması’nın, içinden geçilen sürecin toplumsal dinamikleriyle bağları da önemliydi. Vietnam’da tarihinin en büyük hezimetlerinden birini yaşayan ABD ordusu, M.A.S.H. üzerinden dalgaya alınıyor; Vahşi Batı’nın en sevimli haydutları olan Butch Cassidy ve Sundance Kid, Bolivya’da -Che’ye selam göndererek- ufukta kayboluyorlardı. Beklenmeyen Misafir’de liberal orta sınıf beyaz ailenin Sidney Poitier’le karşılaşmaları, Martin Luther King, Malcolm X gibi önderler aracılığıyla yükselen siyahî mücadeleyle doğrudan ilişkiliydi. Benzer şeyler, 50’lerin gelenekçi toplumuna bir itiraz olarak okunabilecek Mezun filmi için de söylenebilirdi. Bu filmin sonunda, Dustin Hoffmann ile Katharine Ross’un yeni bir geleceğe doğru koşarken yaşadıkları tedirginlik, yakın bir gelecekte gerçeğe dönüşecekti.
70’lerin ideolojik çatışma ortamının, Reagan ve Thatcher merkezli Yeni Sağ’ın zaferine dönüşmesi bir yana, 68 kuşağının özlemlerinin insanlığa ışık tutmaya devam ettiğini ve Tarantino’nun 60’ları konu alan “Bir Zamanlar Hollywood’da” filminde bütün bunların olmadığını söyleyebiliriz.