Subhadra Das, “Batı’yı Batı Yapan 10 Yalan” adlı eserinin bir bölümünde (Yeditepe, 2024), kısa bir Rönesans girişinin ardından sözü Duchamp sonrasına getirir ve “Sanat, Sanat İçindir” sözünün bir Soğuk Savaş stratejisi olduğu gerçeğini ortaya koyar. Bu bakış, kitabın tanıtımında kullanılan, “Bölünmüşlük ve kökleşmiş eşitsizlik çağında, Batı'yı şekillendiren fikir ve varsayımlara, ölümcül kusurlara kışkırtıcı ve eğlenceli bir karşı çıkış” ibaresiyle uyum sağlamaktadır.
Yeni Nesil Entelektüel!
Günümüzdeki plastik sanatlar algısı, bizzat yaratıcıları eliyle sanatın salt entelektüel bir faaliyet olduğu, toplumun tüm kesimlerini kucaklama gibi bir iddianın tarihsel süreç içinde anlamının kalmadığı tezini körüklemektedir. Halka açık sanat gösterileri ve bienallerde dolaşıma sokulan ürünlerde de benzer bir bakışın izleri görülmekte olup, olgu, çeşitli dizi ve filmlerde alay konusu olmaktadır.
Son olarak Giray Altınok ve Kerem Özdoğan’ın başrollerini paylaştığı “Var Bunlar” adlı dizinin bir bölümünde, bir dizi tesadüf sonucu yolları bir “çağdaş sanat” sergisinden geçen ikilinin yaşadıkları komik macera bu duruma örnek teşkil eder. Cep telefonunu kavramsal bir eserin yanında unutan tipleme, bir grup “entelektüel”in monologuna maruz kalır. Unutulan telefon, sözde iletişim sorunlarına ve bireyin yalnızlık duygusuna tekabül etmektedir!
Suçlu Yığınlar
Yola, halkın veya geniş kesimlerin sanatı öyle kolaylıkla anlayamayacağı, algının elitizmle ilişkisi olduğu teorisiyle başlayanlar, Delacroix’nın eserine atıfla “halka yol gösteren aydın”ın, insanıyla arasına iradi bir mesafe koyan “yeni nesil entelektüel”e dönüşme sürecinin kahramanına dönüşmüşler. Kuşkusuz bu anlatıdan entelektüalizme tepki gibi bir sonuç çıkarılmamalı; ancak sözünü ettiğimiz figürlerin, ülkenin ve dünyanın geldiği noktadan memnun olmadıklarını ve halk yığınlarının tepkisizliğinden yakındıkları anımsandığında manzara daha garip bir hale geliyor. Bir taraftan sanatın halka ulaşılabilir olmasına dudak bük, diğer yandan gelinen noktanın suçlusu olarak aynı halkı ilan et! Tuhaf ama gerçek.
Sanatçının aynı zamanda bir “aydınlanmacı” olduğu, içinden geçilen döneme tanıklık ettiği dönemlerin üzerinden adeta asırlar geçti, biliyorum. Sansür / otosansür, değiş(tiril)en sanat algısı; konformizm, destekler, fonlar ve daha bir sürü şey, yeni zamanların “entelektüel” tanımını belirler oldu nicedir. Artık “ne anlatıldığı” değil “nasıl yapıldığı”na odaklanmamız gerektiğini savunanların hâkimiyeti altındayız. Yeni nesil “aydın”ımız, üretimlerin içeriğinden ziyade “Türk Edebiyatı”, “Türkiye Edebiyatı” ve şimdilerde “Türkçe Edebiyat” tartışmalarıyla gönül eğlendiriyor.
Umutsuzca
Referansları arasında Ortodoksi’nin ve Rus mitolojisinin yakası bağrı açılmadık mevzuları bulunan Tarkovski uzun zamandır zirvede bir başına dolaşıyor! İzinden giden sinemacılarımız derin suskunluğa gömülen ya da durmaksızın konuşan kentli yarı aydınları övgüye boğuluyor. “Potemkin” yalnızca Odesa Merdivenleri’ndeki biçimsel gösterisiyle anımsanıyor, Vittorio de Sica’nın “Bisiklet Hırsızları”nı Yılmaz Güney’in “Umut”una bağlayan şey orada öylece duruyorken oluyor bütün bunlar.
Sanat tarihinden akla gelen ilk 10 tablonun hemen hemen tümünde tarihsel, sosyolojik, politik bir arka plan varmış, ne gâm! Mona Lisa’da Ortaçağ karanlığına tebessümle bakan ve yeni dönemin kapılarını aralayan kadından, oğluna “el veren” Michelangelo’nun Zeus’una; karanlığın ortasında ve onca korkak arasında bütün bu anlamsızlığa meydan okuyan “3 Mayıs” kahramanından derileri patatesi andıran yoksullara, insanlık tarihinin en eşsiz galerisi bizi seyretmeye devam ediyor oysa.
Umutsuzca devam edeceğiz…