Takvimler 30’lu yılları gösteriyordu. İki kutuplu dünyada, kültürel ve ideolojik çarpışmaların tam da ortasında, “küçük burjuva” olarak tanımlanan, gerilimi bir tür tarafsızlık duygusuyla seyreden aydınları kazanma adına bir girişim için düğmeye basıldı. Sovyet kuramcıları, yükselen faşizm tehdidine karşı bilinçlendirme hamlesini, şimdilik “ortada” duran sanatçı ve yazarlara doğru genişletmek üzere yeni bir cephe oluşturmaya çalıştılar. Bu, Andre Breton’dan Diego Rivera’ya uzanan bir çizgide, plastik sanatların geniş yığınlar için anlamı ve işlevinin tartışıldığı bir dönemi müjdeliyordu.
Soğuk Savaş’tan Sonra
Başlayan 2. Paylaşım Savaşı, kapitalizmle kavgayı bir başka bahara doğru ertelese de büyük kapışma kaçınılmazdı. 1942 sonunda duraklatılan Naziler, büyük Sovyet direnişi ve ABD’nin mücadeleye dâhil olmasının ardından tarihin çöplüğünü boyladılar. Ne var ki, başta Eski Kıta olmak üzere, “özgür dünya”nın yeni paylaşımı, insanlığa aradığı huzuru sağlamayacak, Almanlara diz çöktürülen Versailles Antlaşması’nın imzalandığı gün, 40 yılı aşkın bir süre devam edecek Soğuk Savaş’a start verilecekti.
Yeni dönemde girişilen mücadele, yalnızca ekonomik ve siyasal cephelerde devam etmedi. İdeolojik tahakkümün somut dışavurum alanlarından biri de kültür politikalarıydı. Popüler sanatlardan sinemada devrim yıllarının rüzgârını kaybeden Sovyetler Birliği, özellikle edebiyat ve resimde kendisini gösteren Sosyalist Gerçekçilik kuramında epey yol kat etmişti. ABD ve kapitalist Batı’da, Picasso Sonrası Dönem olarak adlandırılabilecek süreç konusunda kafalar karışıktı. Politik bakımdan güçlenen 3. Dünya’nın yükselen eğilimleri, Amerika’nın ideolojik / kültürel tahakkümünü tehdit eder boyuta ulaşmıştı. (Türkiye’deki gelişmeleri anımsayalım: NATO’ya giriş süreci ve Marshall Yardımı’na rağmen Abidin Dino’nun politik hattı; Bedri Rahmi Eyüboğlu-Nurullah Berk ekolüne eklemlenen Neşet Günal, Nuri İyem ekolü; 60’larda hız kazanan toplumcu köy romanları, Metin Erksan’dan Yılmaz Güney’e uzanan çizgideki siyasal sinema, Ruhi Su ve ardıllarının politik / protest müzik eğilimleri… Hepsi bir yöne işaret ediyordu: Gerçekçi, ulusaldan evrensele ulaşmayı arzulayan, meselesi olan bir sanat anlayışı.)
Toplumdan Entelektüele
Başkan Truman’ın başlangıçta tutarsız önyargılarla soyut resmi küçümsemesi bir tarafa, New York Modern Sanatlar Müzesi merkezinde yaşanan gelişmeler, bu yeni sayılabilecek sanat formunun desteklenmesi sonucunu doğurdu. Kuşkusuz bu durumu doğuran iki neden daha vardı: Sovyetler Birliği cephesindeki Stalin / Troçki yarılması, sosyalistlerin, girişte sözü edilen “ortadaki” nitelikli aydını kafaca Batı’ya yaklaştırması ve 2. Savaş sonrasında yaralı Paris’in sanatsal merkeziyetini New York’a kaptırması.
ABD ve kapitalist dünya için çözüme giden yollardan biri liberal aydını sürece dâhil etmekti. Bugünden bakınca bunda başarılı olduğu muhakkaktır. Özellikle CIA’nın Paris Review örneğinde olduğu gibi kimi “sol” içerikli yayınlara ve muhalif aydınlara verdiği gizli destek, meyvelerini 20 yıllık süreç içinde vermeye başlayacaktı.
Emperyalizm için kültürel kuram gayet basitti: Sanat her şeyden önce yukarıdan şekillenen entelektüel bir faaliyettir. Toplumcu değil bireysel bir kaynağa / sanatçıya dayanır. “Halk için sanat” primitif / duygusal bir söylemden öteye gidemez; hızla gelişen dünyayı algılamaya yetemez!
Rönesans’tan 1940’lara uzanan çizgide, aradaki zorunlu ve gerçekten de devrimsel İzlenimcilik (Empresyonizm) durağı dışında -ki, ona da koskoca bir Van Gogh itirazını şerh düşerek!-, toplumsal ilerlemenin en büyük dinamiği sayılan koskoca bir ana damar, artık teferruata indirgenmişti. Soyuta giden yolda kritik bir eşik sayılan Picasso’nun “Guernica”sı (1937) orada, öylece dururken, hünerli bir el çabukluğuyla geleceğin sanatı olarak pazarlanan Soyut Dışavurumculuk oldu kısacası.
Yeni İnsan Yeni Sanat
Bu zorunlu girizgâhı Türkiye’nin kültürel iklimine uyarlamak muhtemelen çok da zor olmayacaktır. Toplumcu sanatta yaratıcının etkisini ve özgürlük alanını göz ardı eden Sosyalist Gerçekçilik; biri Amerikan Rüyası’nın, diğeri gerçekliği başarıyla tersyüz etmenin örneği sayılacak “Rocky” ve “Rambo” filmlerini izlemekle yetinmenin bedelini ağır ödedi. Yenilgisi yalnızca politik ve ekonomik değil, kültüreldi de. Ortaya çıkan boşluk hızla dolduruldu elbette: Bir yandan kasabaları bile devlete dönüştüren emperyalist girişimcilik, diğer taraftan sömürü ağını geliştirdiği ülkelerde devletin etkisini kimi zaman darbeler, kimi zaman da ekonomik kıskaç sonucunda daraltıyordu. Devletin muhatap olmaktan çıktığı bir noktada sanatçının; özel teşebbüsün / sermayenin / burjuvazinin güdümüne girmesi artık kaçınılmazdı.
Türkiye’de 12 Eylül sonrası yaşanan gelişmeler, önce toplumcu gerçekçi sanat anlayışının “demode” olmasıyla sonuçlandı; ortaya çıkan entelektüel boşluk, yüzünü liberalizme çevirmeye zaten meyilli olan “aydın”larla doldurulmaya çalışıldı. Edebi derinliğin, sanatsal duyarlılığın, gerçekçilik kaygısının “biçimsel” numaralarla gözlerden kaçırıldığı yeni dönem, yalnızca ideolojik bir yenilenme arzusuna olan ihtiyacı karşılamadı; aynı zamanda “yeni insan”ın yaratılmasına da önayak oldu.
Festival ya da Bienal Niçin Düzenlenir?
Bütün bu tezlerin, 80 sonrasında kabuk değiştiren film festivallerinde Avrupa destekli fonlarla bir avuç sinema müdavimine seslenen (sözde) “sanat” filmleri, ödüle ve övgülere boğulan imgeci şiir / post modern roman ya da bir grup kimse arasında dönüp duran yeni dönemin plastik sanatsal üretimlerini kapsadığını iddia etmek sanırız yanlış olmaz. Az gelişmiş ülkenin sanatçısı, sözgelimi bir bienal başlatmak için, onun kültürel ayağını tartışmak yerine sermayenin kapısını çalmak durumundadır. Ülke, tarihinin en büyük ekonomik / politik darboğazından geçerken, sanatın bu durumun doğal bir dışavurum alanı olması gerçeği ortada dururken masadaki konular bambaşkadır. Teorisini yeni dönemin “siyaset üstü olmak” gibi ne söylediği, neyi savunduğu belirsiz tezinden alan bu eğilimin temel derdi de belirsizdir.
Sahi, bir film festivali ya da bir bienal niçin yapılmak istenmektedir? Bu soruya gönül rahatlığıyla, “Sanatı halkla iç içe paylaşmak”, “Kent kültürüne katkıda bulunmak” vb. cümlelerle yanıt vermek eskisi kadar kolay değildir muhtemelen. Tıpkı, kılavuzu 70’lerin ilk gerçek Antalya Bienali (Mehmet Aksoy’un “İşçi ve Oğlu”, Orhan Taylan’ın “Prometheus”u ya da Kuzgun Acar’ın “El”i) olanların, yeni dönemden yakınırken yerine farklı bir şeyler söyleyememesi gibi.