* "Sanat" ve "sanatçının kimliği / işlevi / niteliği" tartışmalarında gözden kaçan bir durum var. Geriye, yaratıcısını aşar biçimde "ürün" kalıyor.

Chaplin, bütün o "pedofili" suçlamalarının dışında bir yerlerde, melon şapkası ve bol pantolonuyla Şarlo olarak yürümeye devam ediyor. Burjuvaziye, kapitalizmin kolluk kuvvetlerine hala nanik yapıyor.

Kafka ya da Van Gogh'u düşünün. İki figür de "baba" sancısının tam ortasında, karanlıkta yaşadılar. İkisi de tüm üretimlerinin yok edilmesi talimatı vermişti ardında bıraktıklarına. Hiç varolmasalar, sanatın tarihinde derin, kapkara bir boşluk oluşmayacak mıydı? Biri Hitler'in ayak seslerini ilk işiten oldu, gettolara kapatılan yığınlara selam durdu; diğeri muhtemelen yoksulluğu ve kimsesizliği en iyi resmeden.

 

** Şayet sanatçıyı salt özyaşamıyla yargılayacak olursak (ki, belli ölçülerde diyalektikle bağı vardır bu tutumun) eserini / kurmacasını yaratım eyleminin önüne koyarsak bu kitlelerden bağımsız, kısır bir entelektüel alana hapsolma anlamına gelmez mi? Nazım, o muhteşem dizeleri yerli yerinde duruyorken, sözgelimi yalnızca aşk hayatındaki iniş çıkışlarla ele alındığında bir şeyler eksik kalmaz mı? Ve dahası Michelangelo'dan Shakespeare'e, Dostoyevski'ye sayısız yaratıcı bu tartışmalardan azade midir?

 

* "Dönemin Ruhu" diye bir kavram var hayatlarımızda artık. Kimi zaman, tarihsel olayları / biyografileri yalnızca içinden geçilen anın ruh haliyle ele almak, biraz da mahalle baskısıyla zorunluluk haline geldi. Oysa Güney merkezinde sıklıkla kullanılan "lümpenlik" ya da "feodalizm" kavramlarının hakiki eleştirisi yapılırken Türkiye'nin 50'li ve 60'lı yıllarının sosyopolitik ve ekonomik evrimi gözden kaçırılmamalı. Ve göçün getirdikleri ve Yeşilçam'ın ruh hali ve siyasal düşünce tarihimizin engebeli, mayınlı arazisi...

 

** Güney, kendisini içinde bulduğu coğrafyanın tüm karakteristiğini bünyesinde taşırken onunla mücadele etmekten kaçınmamış bir figürdü. Yaptığı sayısız özeleştiri bunun tanığıdır. Şiddetin meşru sayıldığı bir iklimde, tarihin görüp göreceği en acımasız sinema sektörünü tabandan yukarıya değiştirmiş belki de tek isim. Nebahat Çehre'nin başına koyduğu elmaya nişan almasından kısa bir zaman önce bir düşünce suçlusu olarak hapse ve sürgüne yollanmıştı. Önermesi bugün çok tartışmalı olan "Arkadaş"taki diyaloglarındaki inceliği anımsayın. Bundan 6, 7 yıl sonra sette bir çocuğu tokatladığı için Fransız basınında yerden yere vurulacaktı.

Hepsi bir yana, Pasolini'yi, Rosi'yi bir kez bile izleme olanağı bulamadan politik sinemanın en güzel örneklerini yarattı; dahası Üçüncü Dünya'nın Glauber Rocha'yla beraber öncülüğünü üstlendi. İçindeki fodalizm kalıntılarıyla her daim mücadele etti, bunda kimi zaman başarılı oldu, kimi zaman da...

 

*** Burada altı çizilmesi gereken son bir nokta daha var: "Kentli" ve "entelektüel" çevreler, solun o tarihsel yenilgisinden sonra belli ölçülerde Oğuz Atay dışında, -ki o da Yılmaz Güney'le çalışan isimlerdendi- kendilerine bir rol model bulamadılar. Küfür romanları ya da konjonktürel, feminist, göstergebilimci edebiyat / sinema hareketleri bunu başaramadı. Birikim, Radikal, Taraf gibi sözde liberal; sınıftan koparılmış, çoğulculuk sosuna bulanan dincilik ve kimlik siyasetine yedeklenen arayışlar, çıkmaz sokağa sapmaları bir yana, düpedüz duvara tosladılar. Uluslararası festivaller yoluyla onun modelinin tersine, yukarıdan şekillendirilen yeni (?), çok şey söylüyormuş gibi yapıp ağzını açamayan post-modern sanat formu, onca reklama karşın geniş yığınları peşinden sürükleyemedi.

"Umut", "Sürü", "Yol" gibi üretimler bu sözde entelektüalizme rağmen halen dimdik ayakta durmalarından dolayı mahkum ediliyorlar. Bütün o Güney eleştirilerinin ardında, erkin kültür politikalarındaki derin başarısızlığının yanı sıra, bunun da rolü var. Yılmaz Güney'se, Galilei'den uyarlayarak söyleyecek olursak, "Yine orada duruyor!"