Tırnak içindeki “aydınımızın” popüler olanla ilişkisi çoğunlukla tartışmalı olmuştur. Kemal Sunal’ı gişe rekorları kırdığı ve çökmekte olan Yeşilçam’ı neredeyse tek başına sırtladığı günlerde kıyasıya eleştirenler, geçmişe dönüp yazdıkları satırları okuduklarında ne düşünürler acaba? Halkaya, 90’lardan sonra Müslim Gürses’i gizliden dinlediklerini itiraf edenleri ya da Levent Kırca mizahının ne denli işlevsel olduğunu keşfedenleri de ekleyebilirsiniz. Dün kaybettiğimiz Ferdi Tayfur için de günün birinde benzer şeyler söylenecektir kuşkusuz. 

ARABESK VE YIĞINLAR 

80’lerin ikinci yarısında pek revaçta olan arabesk tartışmalarını hayal meyal anımsarım. TRT ekranlarına çıkması hala yasak olan şarkıcılar, bir taraftan devletçe görmezden gelinirken, diğer yandan da “aydınlar” tarafından yok sayılırdı. Kuşkusuz arabesk, geniş bir “kültür” tanımının ortasında çok tartışmalı bir alandı. Lâkin bu müziğin geniş yığınları yılgınlık ve karamsarlığa ittiğini öne süren tezler, onun özellikle yoksul kesimlerle kurduğu bağı anlamaktan uzak, tepeden bakan, küçümseyici bir anlayışa tipik bir ezbercilikle sarıldılar. Gözden kaçırdıkları; genellikle gecekondularda, kentin tutunamayanlarını içine alan -bir nevi- gettolarda o şarkılara sarılanların, daha romantik ve idealist buldukları semtin ilerici çocuklarıyla kurdukları bağdı.
Nereden mi biliyorum? Böyle bir mahallede büyüdüm ben de.  Şimdiki Haşim İşcan Kültür Merkezi civarında, Namık Kemal Çıkmazı civarında geçen çocukluğumun ilk büyük yıldızı da Ferdi Tayfur’du. Hayatımda sinemada izlediğim ilk film de, semtin onlarca kadınıyla beraber, Şişko Hala’mın kolumdan tutup götürdüğü, Manavgat civarında çekilen “Çeşme” oldu. Şarampol’deki Şehir Sineması’nda çığlıklara boğulup ağlayan bunca kadını, sonradan herhangi bir cenazede dahi görmedim desem yeridir. Bir çırpıda yargı koyanların görseler de inanmayacakları bir bağdı onunla kurulan.

DÖNEMİN RUHU 

“Yadeller”, “Hasret Sancısı”, “Huzurum Kalmadı” gibi şarkıların, yoksul, yağmurda bir tarafı mutlaka akan gecekondu evlerinde bir marş gibi dinlendiğini çok iyi anımsarım. Kimisi imkânsız aşklarına teselli buldu, kimisi bir kader gibi tenlerine yapışan yoksulluğunu bu şarkılarda. Bugünün Yeni Türkiye’sinde, parkalı, gözü kara ve Ferdileri çaktırmadan dinleyen solcu abiler gibi o notalara da yer kalmadı. Geçenlerde kaybettiğimiz büyük sinemacı Şerif Gören’le ilgili anılarını anlatan Orhan Gencebay, yönetmenin kendisini bazı filmlerde gecekondu yıkımına direnen adam rolünde oynattığını anımsatmıştı. Şarkıcının bugün nerede olduğu belli olsa da dönemin ruhunu ele veren bir anekdottu kuşkusuz bu. Ferdi Tayfur için aynı şeyler söylenemez. Gücün yanına pek de sokulmayan, işinde-gücünde, şarkılarında yaşayan biri olarak tanıdık onu. Üretken bir isimdi. Kurt kapanından farksız olan, eğilimlerin hızla dönüştüğü tüketim müziği atmosferinde birden çok döneme damga vurmayı başardı. “Emmoğlu” ya da “Fadime’nin Düğünü” gibi şarkıları çağı algılamada hiç de vasat olmadığının göstergeleri sayılabilir.

DERİN BAĞLAR 

Dün sosyal medyada yaptığım anma paylaşımına tepki gösterenler ya da dudak bükenler oldu, biliyorum. Ama bu eleştiriler, Ferdi Tayfur’un çocukluğuma son derece belirgin ve kişisel bir iz düşürdüğü gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik bu konuda yalnız da değilim. Genel manada bir arabesk savunusuna elbette girmeyeceğim; ancak bu güzel ve yalnız ülkede çok az ismin toplumla böylesine derin bağlar kurabildiğini bilecek kadar yaşadım. Gecekondumuzun yoksul odalarında inleyen nağmeleriyle yaşamaya devam edecek. Bu, hiç de az şey değil! Uğurlar olsun…