Dünyada her şey bir bütünün parçasıdır. Biz göremesek de mutlak etkileşim halindedir. Bu ister ekosistem olsun ister siyasal sistem olsun. Biliminsanları, kutuplarda biriken zararlı kimyasal DDT’nin Avrupa’da kullanılan deterjanların deniz yoluyla gelip biriktiğini anladıklarında, ya da ozon tabakasının yırtılmasına neden olan atmosferdeki karbon gazlarının birleşerek bir noktada yoğunlaştığını ve tabakayı yırttığını anladıklarında bu gerçek daha net olarak anlaşılmıştı. Yerel gibi gözüken çevresel etkiler, birleşerek küresel zararlar veriyordu.
Aynı şey siyasal sistemler için de geçerliydi. ABD’de Haklar Beyannamesi 1776 yılında ilan edildiğinde, bu 13 yıl sonraki Fransız İhtilali ve Evrensel İnsan hakları Beyannamesi için çok önemli bir itici güç ve referans olacaktı. Ardından Napolyon’un Avrupa’ya ihraç etmeye çalıştığı Fransız ihtilalinin unsurları, ilk başta dirençle karşılaşsa bile, daha sonra her ülke kendi monarşilerini tasfiye ederek ulusal yapısını kuracak ve demokrasiye ilk adım olan genel oy hakkını yavaş yavaş tanıyacaktı. Yine Marks ve Engels’in 1848 tarihli Komünist manifestosu, önce Avrupa’nın işçi mahallelerinde ve kentlerinde, 20. Yüzyıl ortalarında ise Asya ve Afrika’nın her yoksul kentinde yankı bulacaktı. Siyasal akımlarda çıktığı yerde kalmıyor, başka yerlere gidiyor, sentezleniyordu. Her şey bir zaman meselesiydi…
Bugün Anadolu coğrafyasında geldiğimiz noktada ise ekolojik ve siyasal kriz birleşmiş durumda… Cerattepe’den Kazdağlarına, oradan Uşak Murat Dağı’na kadar, bir çok yerde siyanürlü altın işletmeleri toprağımızı kirletiyor. Bartın’dan Yatağan’a kadar, filtresiz santral bacalarıyla dolu termik santraller havamızı zehirliyor. Çanakkale’den Finike’ye, Tunceli Munzur’dan İbradı Karamık yaylasına kadar her yerde maden ocakları, dağların ormanların böğrünü deşiyor.
Tarihi Hasankeyf’i sular altında bırakıyoruz. Dereleri borulara alarak dere canlılarını susuz bırakıyoruz. Ergene nehrinden Alakır nehrine kadar sularımızı tarım ve sanayi atıklarıyla zehirliyoruz. Yazın hem kuraklıktan, hem sel baskınlarından çekiyoruz. Gazeteci arkadaşımız Yusuf Yavuz’un sözleriyle “Bir süredir üzerinden iş makinesi geçmeyen bir deremiz kalmadı. Hareket eden her suya ateş edercesine yatağına beton dökülmedik bir akarsuyumuz yok denecek kadar az kaldı”
Anadolu coğrafyası kaç zamandır bağıra bağıra ağlıyor, duymuyoruz… 2011 yılında çeşitli çevre örgütlerinin öne düşmesiyle Büyük Anadolu Yürüyüşü yapılmış ve o zaman bugün göre daha az olan çevre sorunları gündeme getirilmeye çalışılmıştı. O günlerde gruplar, çevre sorunlarını siyaset üstü tutmaya, bu sayede her görüşten insanın bu sorunları sahiplenmeye çağırıyordu. Öyle ya, hepimiz aynı göğün altında nefes alıp vereceksek, çeşmelerden aynı suyu içeceksek, o parti bu parti farketmez, bu sorunlar ortak sorunlarımızdı. Çevre hepimizin ortak değeriydi. Bu noktada özellikle AKP tabanının da bu mücadeleyi sahiplenmesi bekleniyordu, olmadı. Gelinen noktada tüm eşikler çoktan aşılmış durumda.
Adını net olarak koymalıyız ki Anadolu coğrafyasının bu ağır tahribatında temel sorumlu iktidar partisidir. Bunca kıyım projesine onay vermekle baş sorumludur. Onay verdiği bu yıkım projelerine ya bilmeden izin vermektedir bu yüzden sorumludur, ya da o şirketlerle gizli/açık ortaklık içindedir. Çevre mücadelesi partiler üstü bir mücadele alanı olmaktan çoktan çıkmıştır. Her çevre sorunu açıktır ki bir iktidar politikasının ve kararının ürünüdür. O halde çözümde siyasidir. İçinde yaşadığımız ekolojik kriz, Anadolu’nun kanayan coğrafyasının kaderi, siyasi çözüme bağlıdır. Ya insandan, doğadan gelecekten yana bir yaşam kuracağız, ya da şu andaki gibi din soslu vahşi kapitalist sistem altında geleceğimizi öldüreceğiz.
Siyasal ve ekosistem krizinin kesiştiği noktadayız…
Dünyada her şey bir bütünün parçasıdır.
Bütünün hangi parçasından yana olacağımıza karar vereceğiz…
Çok geç olmadan…