"Ben kaybetmekten korktuğum her şeyi özgür bıraktım” diyor Stefan Zweig
Ben bırakamadım, bırakmaya çalışıyorum, çalışırken bir yanım bu sözleri duyunca iddialı diyor bir yanımda seni özgür kılacak olan, ruhunu huzura kavuşturacak olan ve gerçek anda kalmak olan bu diyor. Boş vermek değil kastettiğim bilakis sahiplenmemek, insanı esarete sürükleyen bir şeyin sana aitmiş gibi hissedilmemesi, yani şairinde dediği gibi ilişik yaşamak arzuladığım şey.
Kaybetmekten korktuğumuz şeylerin aslında tutsağı oluyoruz zamanla.
Aşkın, işin, hayatın, arkadaşlığın, ailenin neyse o en değerli şey bizim için bir süre sonra yokluğunun ızdıraba dönüştüğü yerlere bakıyorum hem kendi hayatımda hem de insanları izliyorum bu konuda.
Koruyup kollamak ya da emek vermek, besleyip büyütmeyi tenzih ediyorum bunları düşünürken. Oralar benim için inanılmaz kıymetli yerler çünkü. Bence insan bunları yaparken koşulsuz ve o şeyin ellerinden gidebilme ihtimaline rağmen yapıyorsa gerçekten seviyordur çünkü. Bir çiçeği sularken tek temennimiz onu beslemek, hoşlukla açmasını sağlamak ve solmaması için elinden geleni yapmaktır çünkü. Ama karşılığında çiçek sana bir şey yapmaz sadece güzellik katar, bazen soladabilir ama napalım ömrü o kadardır.
Varlığa öyle kolay alışıyoruz ki yokluğun gerçekçiliğini unutuyoruz.
Bu hayatın geçiciliğini, bir varmışız, bir yok olacağımızı nasıl da unutuyoruz. Doğumlar kadar ölümlerinde olduğunu, insanların gelip geçiciliğini, günün sonunda bazen yapayalnız olduğumuzu…
Sürekli kaçtığımız şeylere koşuyoruz, her yere, her şeye yetişme telaşı, öylece duramıyoruz, hep bir adım sonrasını hesaplıyoruz.
Çoğunlukla hesaplar tutmuyor bu arada, zaten tutsa da sürdürülebilir bir düzen ya da mutluluk yok, hedonik uyumu göz ardı edemeyiz sonuçta. İyi ya da kötü tüm koşullara uyum sağlama becerimiz harika çalışıyor, gerçi aksi de pek yararımıza olmazdı doğrusu. Fakat o uyumun bozulduğu anlarda öğrenme ve keşif başlıyor, inişler, çıkışlar, kutlamalar ve yaslar anlamlı kılıyor yaşamımızı.
Hayatın kıymeti de gerçekliğide, çoğunlukla öngörülemez sürprizleri de oralarda zaten.
Seyir haline geçebilmek, anda kalmak, çabasızlığın getirdiği hakikiliği, olanı olduğu gibi kabul etmek ve insanları da benim yüklediğim anlamların dışında kendi halleriyle görebilmek gibi şeylerin üzerinde düşünüyorum bu aralar. İşte buralar bana iyi geliyor çünkü fark ettim ki ne kadar anlam yüklersem o kadar sarsılıyor, o kadar hayal kırıklığına uğruyorum. Oysa hiç kimse benim sandığım gibi değil, herkesin kendi penceresi var, yaşam tarzı bakış açısı, e benim de öyle. Saygıda kalabiliyorsak birbirimize karşı o zaman renk katıyoruz birbirimizin hayatına, hele merak ediyorsak karşımızdakinin halini, onu anlamak için dinliyorsak tadından yenmiyor ilişkiler.
Acısıyla, tatlısıyla, coşkusuyla, yasıyla yaşıyoruz hayatı da ilişkileri de.
Elbette her zaman istediklerimizi yaşayamıyoruz, öyle zamanlarda ben de herkes gibi eviriyorum çeviriyorum, kendi yolumu buluyorum. Çoğu zaman kayboluyoruz o yollarda. Ben kaybolmayı da severim, yeni yollar çıkar önüme, belki yeni sapaklar, yeni çiçekler, yeni dikenler…
Kaybetmekten korkmadığım, özgür kıldığım ve özgür hissettiğim her şeyi daha çok sever oldum işte sırf bu yüzden yaşamımda. Belki canımı acıtan dikenlere takılıyorum arada ama öğreniyorum dikenlere basmamayı, belki çiçekler geliyor yoluma ama biliyorum ki bir gün gidebilirler.
Zweig kadar iddialı olamasam da bu konuda durup baktığım, irdelediğim yerlerdeyim ve kaybetmekten korkmadığım kadar özgür, sahiplenmediğim kadar huzurlu hissediyorum kendimi.