İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel unsurun, onun doğaya sahip olma mücadelesinde başarı sağlaması olduğu söylenir. Bu, tarihçiler tarafından genellikle olumlanan bir özelliktir; ancak uygarlığın gelişimi içinde, bundan sonraki kuşaklar tarafından da aynı ölçüde olumlanacağı hususu muğlâktır.
Avrupalı “kâşifler” (ki, zaten var olan bir ‘şeyin’ keşfi nasıl olur, bu insanlara neden ‘kâşif’ denmektedir, ayrı bir konu) Yeni Dünya’yı fethetmeye geldiklerinde şaşkınlıktan küçük dillerini yutacak haldeydiler. Pek çoğunun elinde ok ve yay dahi bulunmayan bu “vahşiler”, dünya gerçeğinden bihaberdiler. Eski Kıta’da örneğine rastlamanın mümkün olmadığı bu doğa parçası, romantik bir şair için rahatlıkla bir cennet tasviri olabilecekken, Batılı yağmacının gözünde bir saçmalıktan ibaretti!
Ridley Scott’ın 1992 yapımı o ünlü filmi, “1492 / Cennetin Keşfi” adını taşır. Kolomb’un Hindistan zannettiği topraklarla tanışma serüvenine odaklanan yapımın tarihsel anlamda isminin “Cennetin Yağmalanışı” olması gerekmez mi? Öyle ya, bütün bunlar, topraklarında hamamböceği dahi olmayan milyonlarca yerlinin yok edilmesinin serüveni değil midir?
Konkisdator ve etrafındakiler için Amerika’yı fethetmek hiç de zor olmamıştır gerçekten de. Savaşmayı bilmeyen, adam öldürmeyi inançlarına göre en büyük suç belleyen o naif topluluklar, atılan tokada diğer yanağını çevirerek yanıt verilmesini isteyen Mesih’in ardılları tarafından yok edilmişlerdir. Bir avuç barbarın, yüz binlercesini, bağışık oldukları sıtma mikrobu bulaştırarak öldürdükleri, altından şehirlere ulaşmak için (Eldorado) köleleştirdikleri yerlilerden geriye kalan, şu unutulmaz sözlerdir:
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, son balık tutulduğunda, beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak.”
. . .
Gerek ülkemizde, gerek de dünyada yaşanan doğa olayları, “Kızılderili” bilgenin sözlerini çoktan doğrulamış görünüyor. Depremler, sel felaketleri, kasırgalar, volkanlar…
Sözgelimi Rusya’nın Berezinski bölgesinde 1986’da oluşan bir çukur, her geçen gün derinleşerek bilim adamlarını ürkütmeye devam ediyor. Çevrenin, dünyadaki potasyum hidrat stoğunun önemli bir bölümünü karşıladığını düşünecek olursak, günümüzde 200 metre derinliğe ulaşan çukurun, doğanın kendisine yapılan katliama cevabı olduğunu söyleyebiliriz (Benzer örneklerin 1994’te Florida’da ve 2007 yılında Guatemala’da da yaşandığını hatırlatalım). Örnekler çoğaltılabilir: Hint Okyanusu depremi, Quebec’teki buz fırtınası, Katrina kasırgası vs.
Çoğunlukla 20. yüzyılda yaşanan savaşların, nükleer silahlanma ve denemelerin damgasını vurduğu bu felaketlere, “modern insanın” hırslarını da ekleyebiliriz elbette. Kapitalizmin körüklediği mülkiyet tutkusu, daha çok para kazanma hırsı, çarpık yapılaşma… Bütün bunlara doğanın hiçbir tepki vermeyeceğini iddia etmek gerçekten de gülünç değil mi?
. . .
Bu yazıyı kaleme almaya, son yaşanan Kaz Dağları katliamının sorumlusu olan, Kanadalı altın arama şirketinin CEO’sunu dinlerken karar verdim. Adının John McCuskey olduğunu öğrendiğim şahsiyet, bölgeye mütevazı bir yatırım yaptıklarını iddia ediyor ve yaklaşık 100 milyon dolarlık bu yatırımın sonucunda 4 milyar dolar kazanma olasılığından söz ediyordu. İnsanımızın taşeron olarak çalışmasını, bölgeye iş istihdamı olarak nitelendiren çevrelere, “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı bile keser” sözünü anımsatırken, bütün bu çevre katliamının ortasında, yerli bilgeye utangaç bir selam yollayalım!