Uzun bir aranın ardından yeniden merhaba. Bütün o içe çekilişlerin, kendi sesine kulak vermenin ve duygu dünyasında yeni yolculuklara çıkmanın sonucunda, gökyüzü ve ufkun birleşme noktasındayız. Pandemi; modern insana hayata bakışını, ilişkilerdeki yüzeyselliğini ve anlamını çoktan yitirdiği o yalnızlık duygusunu sorgulama olanağı vermişe benziyor. Bütün komplo teorilerinin ötesinde, bu dönemin bireydeki ve toplumsal yapıdaki sosyolojik kırılmalarını önümüzdeki süreçte hep beraber göreceğiz.

Yeni Bir Sendromun Eşiğinde

Toplumları etkisine alan büyük dalgalanmaların sonucunda ortaya çıkan “sendromun”, 20. yüzyıl insanı için uzak bir kavram olmadığını söyleyebiliriz. Batı’da tüm psikolojik ön kabulleri altüst eden Büyük Depresyon, 2. Dünya Savaşı, 68 Hareketi, Vietnam, Watergate gibi olayların dışavurumu, sancılı süreçlerin başlangıcı olmuştu. Bunlar, bizim tarih ve sosyoloji defterine kaydettiklerimiz; ama önceki dönemleri; sözgelimi Yüzyıl Savaşları, veba salgınları ya da büyük katliamların yarattığı dönüşümleri daha yüzeysel bir bakışla ele alıyoruz. Buradan hareketle 21. yüzyıl bireyinin; tüketim çılgınlığı içinde, artık “bir feodalite dürtüsü” olarak nitelendirilen tüm insani normlardan uzaklaştığını ve kendisine “bencillik” adı verilen bir kumdan kale inşa ettiğini söyleyebiliriz.

68, mevcut düzene alternatif olarak çıkardığı muhalif tiplemeleriyle yeni bir dönemin kapılarını aralarken; Vietnam, yaşanan büyük felaketin ardından ortaya çıkardığı depresif figürleri ve “psikopat yeni insan” betimlemeleriyle öncülünün anti tezini hızla geliştirmişti. Bizde sendroma dönüşen en büyük kırılmalardan biri, “işini bilen” ve günümüz kuşlağının temelini oluşturan bireyleri ile 12 Eylül sonrasında kendisini gösterdi. Artık güldüğümüz, ağladığımız, sevgi ya da nefret duyduğumuz, önceki on yıldan çok farklıydı.

Ütopyaya Şerh!

Her kırılma ortaya “yeni” bir şeyler çıkarıyorsa, pandemi yalnızlığının sonucunda neyle karşılaşacağız? Yakın geleceğin en önemli sorularından biri bu olacak sanırım. Giderek “tekleşen” ve toplumsallaşma yeteneğini büyük ölçüde yitiren günümüz insanı için “bundan daha büyük bir felaket olabilir mi”, demeyin hemen. Tohumları 40 yıl kadar önce ekilen “bireycilik tohumları”nın mahsulünü henüz yeterince toplamadık. Covid’le birlikte daha fazla içimize gömüldük, sosyalleşmeyi teknolojiyle daha fazla bütünleştirdik. İçe doğru yapılan yürüyüşler, bir “arınma” güdüsüyle yapılmadı; buna mecbur bırakıldık. Evet, insana daha fazla özlem duyuyor, geçmişte merkezinde yer aldığımız “sosyalleşmeyi” özlemle anıyoruz; ancak bunun kuru bir nostalji hissiyatı olmadığının garantisi var mı?

Kimi komplo teorisyenleri, bu sürecin insanı robota dönüştüreceğinden dem vuruyor, kapitalizmin yeni çıkışının burada saklı olduğunu öne sürüyor. İyi, ama yeni yüzyılın ilk çeyreğinden geçerken kendimizi daha güvenli sularda yüzebilmek adına totalitarizmin kollarına pandemiden çok daha önce bırakmadık mı zaten? Ve böylesi zorunlu bir deneye tabi tutulurken her birimiz, bile isteye kendimize birer çip taktırmadık mı?

İlk yazının, içinden geçtiğimiz ortam yeterince kaotik değilmiş gibi umutsuzluk içermesi bir tercih değil sonuç sanırım. Bu tespitler, ütopyaya şerh anlamına gelse de, bizler uzunca bir zamandır distopik bir evrenin kahramanı değil miyiz artık?