“Ülkelerin ya da kentlerin gelişmişliğinin tek göstergesi ekonomidir!” iddiası, yüzlerce yıl öncesinde çürütülmüştür. Sanayi Devrimi sonrasında, kentlere akınla başlayan kaotik atmosfer, dönemin romantik ressamlarının; sözgelimi Turner, Constable, Friedrich’in tablolarıyla ilginç bir paradoks oluşturur. Uğultu ile dinginliğin, kalabalık ile yalnız olanın çarpışmasının sanatsal düzlemde kazananı yoktur; ama tez ile antitezin bu çarpışma anı, ortaya büyük bir birikim koyar. Bugün “Batı medeniyeti” gibi bir kavramdan söz ediyorsak eğer; bunda siyasal ve ekonomik gelişmelerin duygusal dışavurumu haline gelmiş sanatın büyük rolü vardır.

Güç ve Paraya Karşı Duygu

Kapitalizm, çarpık ya da doğal gelişimiyle doğanın, dolayısıyla da insanlığın en büyük düşmanıdır. Ortaya koyduğu ideoloji her şeyden önce “ruhsuzdur”, nefes alması bile “parayla” doğru orantılıdır; ancak tarihsel süreç içinde uygarlık tasavvurunu “duygudan” soyutlaması olanaklı olmamıştır.

İlkel ya da feodal dönemlerdeki “güç”, “iktidar” ve “para” merkezli öncül politikaları anımsayalım: Ortaçağ kilisesinin yıkılışında ekonomik nedenlerin rolü kuşkusuz büyüktür; “meselenin aslı” elbette ekonomiktir; ancak sürecin geniş kesimlere yayılmasında en büyük paya sanat sahip olmuştur. Rönesans’ın ustaları, papanın merkezinde olduğu tek otoritenin karşısında, dönemin siyasal rüzgârlarından farklı olarak “duyguyu” koyar. Reformcu çevrelerin kiliseden bağımsız olarak yaratmak istediği zengin zümrelerle işi olmayan sanatın çözüm noktası hiç de pragmatik değildir: Mitoloji.

Dolayısıyla Michelangelo’nun o ünlü tablosunda, Âdem’e elini uzatan baba figürüyle (Zeus’la) kurduğu “psikolojik bağ”, insanlık tarihinin bir döneminin en etkili özetidir. Baba, yozlaşmanın simgesi değildir artık; sanat, romantik bir kaçış öznesinin safındadır.

Fail Belli ya Kurbanlar?

Goya’dan Delacroix’ya, Van Gogh’tan Munch’a, sanatın o büyük ustaları, içinden geçtikleri her evrede paranın iktidarı ile karşı karşıya kaldılar. Kimisi kralların damgasını vurduğu bir dünyada, yoksul köylülerin, maden işçilerinin ya da Cumhuriyet arzusuyla yanıp tutuşan yığınların yanında yer aldılar; kimisi de diktatörlük çağının kurbanlarına eklemlendiler.

Modern dönemlerde uğradığımız felaketlerin hemen hepsi, kapitalizmin kurumsallaşma ve kendi iktidarını kurma sancılarıyla doğrudan ilintiliydi. Daha fazla demokrasi isteyen ve emeği kutsayan isyancıların susturulmasına mı ihtiyaç var? O zaman Hitler’i, Mussolini ya da Franco’yu çağırın yardıma. Yeter ki paranın iktidarı devam etsin; nasılsa bedelini ödeyecek milyonlar bulunur! Ekspresyonist sanatçıların tablolarında; Kokoschka’nın o ürkünç tiplemelerinde ya da Dr. Caligari ile özdeşleşen sinemanın korku ustalarında “iyi” olan bu yüzden yoktur işte. Bütünüyle kirlenmiş bir dünyada, sanat da kötü olabilir pekâlâ!

Mister No’ya Övgü

Bütün bunlara, Sergio Bonelli (takma adıyla Guido Nolitta) tarafından yaratılan, Türk okuyucusunun da yakından tanıdığı sanatsal bir figürden yola çıkarak geldim sayılır. Günlerdir haberlerde Amazon ormanlarının, bir başka deyişe dünyanın akciğerlerinin yok olduğundan söz ediliyor. Benzer manzaralar bizde de farklı değil, biliyorsunuz.

Ünlü çizgi roman kahramanı Mister No, tam da böylesi bir coğrafyada, 2. Dünya Savaşı sonrasının ABD’sinden koparak Brezilya’nın Manaus bölgesine yerleşmiş bir pilottur. Yaşadığı maceraların önemli bir bölümünde, karşısına para hırsıyla doğayı yok etmeye çalışan “uygar dünyadan” (!) düşmanlarla çarpışır.

Bu savaşın günümüzdeki galibinin kapitalizm olmasının, Mister No’nun artık yayınlanmamasıyla bir bağı yoktur elbette; ama sanatın olmadığı bir dünyada insanlığın kaybetmeye mahkûm olacağı kaçınılmaz bir gerçektir.