Geçen hafta, önsözünü kaleme alma onuruna eriştiğim, kaçırılmaması gereken bir kitap yayınlandı. Sinema ve politika ilişkisine kafa yoran okuyucunun ilgisini bekleyen, Ayrıntı Yayınları tarafından basılan eser, İpek Elif Atayman imzasını taşıyor. Bu yazıda, kaleme aldığım sunuşun bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim.

Siyasal Sinemanın Gelişimi

60’lar, bir örneğine Sessiz Sinema’nın olgunluk döneminde rastlayabileceğimiz yeni bir kültürel dışavurumun en kitlesel araçlarından biri olarak yansıdı Yedinci Sanat’a… Avangartların, dışavurumcuların, devrim sinemasının sihirli dokunuşlarına benzer biçimde, Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü 50’li yılların krizde olan Hollywood’undan bağımsız olarak gelişen bu dönem, pek çok deneysel ve yürekli sinemacıyı bizlere tanıttı.

Yeni Dalga’nın bohem eleştirmenlerinin filmleri, en çok da biçimsel duruşlarıyla bambaşka bir çağın kapısına dayanmışlardı. Antonioni’nin orta / üst sınıfın riyakârlığını teşhir eden ünlü üçlemesi, sinemasal anlatımın yeni olanaklarına işaret ediyordu. Satyajit Ray’in Yeni Gerçekçilik’ten aldığı ilham, Üçüncü Dünya’ya umut aşılıyordu. Bu, Ritwik Ghatak’tan Glauber Rocha’ya, Solanas’tan Yılmaz Güney’e açılan bir kapıydı aynı zamanda. Halkaya eklemlenen ve entelektüel çevreleri çokça etkileyen Godard’ın “merdiven altı” üretimleri ve İngiliz Özgür Sineması’na paralel biçimde, temelleri 60 ortalarında atılan ve doruk noktasına John Schlesinger’ın “Geceyarısı Kovboyu” ile ulaşan Hollywood yapımları da bu gelişmelerden bağımsız düşünülemezdi. Beyazperde, kısa bir süreliğine de olsa, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” ve başka türlü bir şeyin varlığına inanan kuşaklarındı artık!

Brecht’in İzinde

Bütün bu tarihsel birikimin ardından gündeme gelen Costa Gavras sineması, 70’li yıllarda birkaç nedenden dolayı “politik film” geleneğinin önemli bir parçasına dönüştü. “Ölümsüz”den “İtiraf”a, “Sıkıyönetim”den “Kayıp”a, “Müzik Kutusu”ndan “Amen”e uzanan bir çizgide seyreden bu filmler, bir yandan ana akım sinema formlarıyla uyum içinde görünürken, diğer taraftan da Batı anlatı geleneğinde var olan “rahatlatıcı” etkiyi bozma, seyirciye çığırından çıkmış bir dünyada yaşadığını hatırlatma gibi önemli bir işlev üstlendiler. Popüler anlatımın bütün araçlarıyla popüler olmayan bir sinemanın sınırlarını yokladığı da öne sürülebilecek Costa Gavras sineması, tam da Brecht’in işaret ettiği gibi, “hayatı olmasa da, onu değiştirmeye soyunanları değiştirmeyi hedefleyen” bir yaklaşımın izlerini taşıdı.

Ortalığın “tarihin sonu” tezleriyle iyice bulanık hale getirildiği, yeni dönemin “popüler” ya da “sanatsal” sinemasının sisteme yedeklenmeyi şiar edindiği bir ortamda, “politik sinema” ve Gavras’ın üretimlerini yeniden tartışmaya açma fikrini heyecan verici bulduğumu belirtmeliyim.

Veysel Hoca’ya Selam!

Yola, sinema ve felsefe yazınımızın önemli kalemi Veysel Atayman’dan aldığı ilhamla yola çıkan İpek Elif’in, bir önsözün sınırları içinde kısaca özetlemeye çalıştığımız nedenlerden dolayı, alanında referans olacak bir esere imza attığını söyleyebiliriz. Costa Gavras merkezli çalışmasına, çok doğru bir kararla “sinema” ve “politika” kavramlarını tartışmaya açarak başlayan yazarın, özellikle politik film türünü tanımlama çabalarını masaya yatırmasının son derece anlamlı olduğunu ve bu yaklaşımının sinema yazınımız açısından da büyük bir zenginliğe işaret ettiğini vurgulayalım. Benzer biçimde, politik filmin tarihine ilişkin tezlerin, Yeni Gerçekçilik’ten Ken Loach’a uzanan bir çizgide ve akıcı bir üslupla özetlenmesinin, eserin temel bir kaynak olma özelliğini güçlendirdiğinin de altını çizelim.

“Politik filmler değil, politik yöntemlerle filmler yapmalıyız” diyen Godard’ı ve Cinema Novo’yu “halkının sefaletinin farkına varması yolunda bir evrim” olarak nitelendiren Glauber Rocha’yı akıldan çıkarmadan, tüm olumsuz koşullara karşın yeni bir sinemanın mümkün olduğuna inançla, sevgili İpek Elif’i kutluyorum.