Cem Yılmaz, geçenlerde yayınlanan söyleşisinde, mizahını “belden aşağı” bulup küfre yaslanmasını eleştirenlere öfke kusuyor ve bu çevreleri Nasreddin Hoca’dan Bektaşi’ye uzanan bir çizgide, köklü bir geleneğin anlamını kavrayamamakla suçluyordu. Olguyu yalnızca bu çerçevede ele alınca ve tarihsel örnekleri ile anımsayınca sözlerinde haklılık payı var gibi görünebilirdi, ama…
Gelenekten Geleceğe
Evet, Hoca’nın, en çok Pertev Naili Boratav’ın derlemesinde görülebileceği üzere, döneminin ahlâki kalıplarının hayli dışına çıkan fıkraları söz konusuydu; benzer şeyler sözgelimi Keloğlan ve Bektaşi için de söylenebilirdi; hatta yanlış bir aktarmayla ünlü yazarımızla karıştırılan “Namlı Kemal” için de… Cinsellik ve onun bir dışavurumu olarak nitelendirilebilecek küfür, insanlık tarihinin hemen her döneminde olduğu gibi Anadolu’da da türkülere, masallara, fıkralara yansımış, günümüze kadar uzanmıştı. Ama bu, madalyonun sadece bir yüzüydü.
Yılmaz’ın görmediği (daha doğru bir deyişle), görmek istemediği bir başka önemli konu, sözlü ve bir bölümüyle de yazılı halk geleneğinin ruhunu, yalnızca cinselliğe bakışın belirleyemeyeceği idi. Anımsayalım: Halk üretiminde kahramanın karşısında yer alan unsur, dönemin ruhunun ve halkın yaygın bakışının ipuçlarını içerir. Keloğlan’ın hedefinde, yoksul köyünün / mahallesinin kendisi gibi yoksul insanları değil, padişah vardır. Aşık olunan Sultan’ın kızıdır; bu uğurda bedel ödeme pahasına binbir mücadelenin içinde bulur bizim Keleş Oğlan kendisini. Nasreddin Hoca’nın karşısında Anadolu’yu işgal eden Timur yok mudur? Hoca, o bilge kişiliğiyle dünyayı ayaklarının altında çiğnemek isteyen hükümdara dersini verir. Köroğlu, fukarayı vergileriyle ezen Bolu Beyi’ne direnmiş; Bektaşi ya da Karacaoğlan cehalete kendi cephelerinden nükteli cevaplar vermiştir.
Bizi Bize mi Anlatıyor?
Yılmaz’ı 90’ların ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan büyük kültürel kırılmada bağımsız bir figür olarak düşünmek doğru değildir; ancak o, yeni dönemin en şöhretli figürü olmuştur. 2001 yılında İzmir’deki tek kişilik gösterisinde “güldürürken düşündürenler” komedyenlerle dalgasını geçer ve böyle dertleri olmadığını söyler. Şovundan çıkanlara en çok hangi espriye güldükleri sorulduğunda verilen yanıt neredeyse hep aynıdır: İnanın hatırlamıyorum! Onca “bizi bize anlatıyor” tespitlerinin ardından bu mizahtan geriye bu tespit kalmıştır, gerçek bu kadar yalındır işte.
Mesele, Yılmaz’ın “küfrederek güldürmesinde” değil, “güldürürken düşündürmek” olgusunu yerle bir edişinde saklıdır. Işınlanma cihazının kapısında bekleyen, Taş Devri’ne yollanan veya Vahşi Batı’da maceralar yaşayan Türk’ün serüveni, bir durum komedisi olarak o an için gülünçtür, ama hepsi bu. Geleneksel mizah ustaları yüzlerce yıl sonra bile unutulmazken; gücünü geniş halk kitlelerinden, yoksul ve mazlumlardan alan Kemal Sunal’lar hala yaşarken Cem Yılmaz, mizah literatüründe bir döneme ait bir dipnot olarak kalacaktır. İster küfürle güldürsün, ister başka yollarla!
Yalnızsınız… İşiniz Zor!
Son olarak, Yılmaz’ın bir süredir muhafazakâr kesimlerin hedefinde olduğunu görüyoruz. Filmlerine boykot çağrısı yapılıyor, protestolara uğruyor, sinemasal jargon ile üretimleri “gişede çakılıyor”. Savunanı ise pek fazla değil. Bu, tarihin ironik anlarından biri işte: Onu “modern ülkenin sevimli yüzü” olarak bağrına basacak kitle ufuktan silinmeye başladı. Neden mi? Yılmaz ve ardılları, bu kesimi “düşünme eyleminden” öylesine uzaklaştırdı ki, Türkiye’de belli çevreler “kendi cephelerinde” politikleşir ve düşünsel / eleştirel bir yaklaşımla donanırken, “beyaz modernler” olup biteni sadece seyretti. Mizahi niteliği kendisinden daha düşük bir seviyeye işaret eden Recep İvedik’e dahi böylesine tepki gösterilmediği bir ortamda, Cem Yılmaz “ektiğini biçti”. Üzgünüm, ama kendi eseriniz olan suskun bir kitlenin ortasında yalnızsınız Sayın Yılmaz ve birkaç sosyal medya mesajının kısa vadede işinize yaraması zor görünüyor!