Denemeye, anlamaya, ulaşmaya ve dokunmaya devam edeceğiz. Belki başaramayacağız, hissiyatımız ufka erişmeyecek hiçbir zaman, ellerimiz sabahın seherinde ya da akşam güneşinde değmeyecek sevgilinin ellerine; ancak yine de seveceğiz, sevmeyi deneyeceğiz. Çünkü bütün bu tüketim dayatması bir yana; aklımızı, bilincimizi ve düşlerimizi toprağa gömmek isteyenler var… Evet, onlar susmamızı istiyorlar… En masum, en dost kahkahanın ortasına keskin bir bıçak gibi dalmak; iyilik, doğruluk ve güzellikten yana düşlediğimiz ne varsa, onu yok etmek istiyorlar.
“Onlar Ümidin Düşmanıdır Sevgilim”
Her şafakta “yeni bir umut” deyip yollara çıkmamızı; yüzümüze çarpan meltemi coşkuyla selamlamamızı; günbatımlarında gözlerimizi denizin ardına dikip, yarattıkları bütün bu karanlık tabloya inat umut etmemizi istemiyorlar. Salaş mekânlarda şarkılarımızı hep bir ağızdan söylememizi; dünyanın ta öte ucunda yaşayan bir çocuk için gözyaşı dökmemizi, asla yanımızda olmayacak olsa dahi, o güzelliğin anısına kadeh kaldırmamızı sindiremiyorlar.
Aşkı bilmiyorlar; palmiyelerin orada, dalgaların kumsalla buluştuğu noktada, güzel bir kadının yüreğine dokunmamışlar hiç. Gözyaşları ve onca keder arasında gönül gözünü o kör kemancının ezgilerine, bir ayrılık türküsüne dizelerine açmayı akıl edememişler. Uzaklarda belli belirsiz yanan kent ışıklarının suskunluğa doğru yol aldığı; bütün o yalnızlığımızın, pişmanlık ve hayal kırıklıklarının, çığlık çığlığa akan bir şiire selam durduğu bir şafağı karşılamamışlar. Bir balıkçı kahvesinde hayatın anlamını sorgulamamışlar; boğazın dingin sularına dalıp, bir Ali Rıza tablosunu yaşamamışlar; bütün bu hoyratlığın ve acımasızlığın ortasında, eşsiz güzellikte bir Renoir kadının olabileceğini; hayal bu ya, bir gün kapımızı çalacağını varsaymamışlar…
Dün Vardık, Bugün de Var Olacağız!
Yaşarken ölmemizi istiyorlar… Biliyorlar ki, varoluşumuz en büyük tehdittir onlara. Biz gidersek, “Umut”taki Faytoncu Cabbar çakılıp kalacaktır sonsuzluğa. “Al Yazmalı” Asya, o masum şarkısını yitirecektir; Bogart’ın “Casablanca”daki çaresiz ayrılığı hiç yaşanmamış sayılacak, “Âşıklar Şehri”ndeki hayaller yok olacaktır.
Yersiz değildir korkuları. “Yaşamak, sadece yaşamak, yosun, solucan harcıdır” bizim için. “Uyanmak”, “anlamak” ve “değiştirmeye çalışmaktan” oluşan repertuarımız, panzehiridir bize vaat ettikleri karanlığın. İnsanlık tarihi boyunca sahip olamadıkları ve asla yaratamayacakları değerlerimizin yolumuza ışık tuttuğunun farkına varamazlar. Ne zaman bir ıslık sesi duysak, adını dahi işitmedikleri Victor Jara’yı anımsadığımızı bilmezler bile. Sonsuzluk ovalarında, “beyaz adamın” kirletmediği o masmavi gökyüzünün altında özgürce koşan Oturan Boğa’yla kardeş olduğumuzu; her şey bitti denildiği anda çaktığı kıvılcımla bütün bir coğrafyayı şenlik alanına dönüştüren Che ve arkadaşlarını… Paris barikatlarında, Berlin açıklarında, Stalingrad önünde ya da Afyon ovasında dün nasıl varsak, bugün de olacağımızı.
Dilsizler Korosuna İnat
Onlar, hayata karşıdır. Umuda, inceliğe, zarafete, sevgiye… Ama unutmasınlar: Dağlarda yakılan çoban ateşleri söndüğünde, kentlerde yaratılan değerlerin sonu geldiğinde; içeride, dışarıda, üniversite önlerinde, fabrikalarda karanlığa inat söylenen şarkılar tükendiğinde yiter hayat; toprak susar, gözleri dolar bir çocuğun, Hızır Paşa kırar sazını Pir Sultan’ın…
Ve eğer bir kader gibi tenimize yapışan suskunluk / umutsuzluk bir gün son bulacaksa… Gülüşlerimiz bir kez daha müjdeleyecekse baharı; akıl ve umut, sevgi ve inanç, aşk ve gelecek yeniden yanı başımızda olacaksa, o gün tam da bu gündür işte. Teslim alınamayacağımızı, kulaklarımızı sağır eden bu dilsizler korosuna inat aşka inanacağımızı ilan etmenin, Adnan Yücel’in ölümsüz dizeleriyle “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” sevme cesareti göstermenin günü!