Bu yazı için lütfen önce “google görsel”e tıklayın ve ilgili alana “Hurray, the Butter is all!” yazın.
1935... III. Reich artık iktidardaydı... Mussolini’nin “Ben devlet adamı değil, inanç ve duyguların şairiyim” sözlerini şiar edinen Adolf Hitler, 10 yıl kadar önce kaleme aldığı Mein Kampf / Kavgam’da işaret fişeğini ateşlemişti: “Zafer, sadece liderin emir ve talimatlarıyla gerçekleşmez! Kitleler, ancak isterinin eşlik ettiği ‘kendini adayış’la harekete geçirilebilir!”
Mutlak itaat ve otoriteye sarsılmaz güveni sağlamanın yolunun bilinçli bir propagandadan geçtiğini bilen lider, ülke yönetiminin tek söz sahibi olmuştu.
Alman toplumunu derinden sarsan ve özgüvenini tümüyle yitirmesine yol açan 1. Paylaşım Savaşı’na eklemlenen hayalkırıklıklarıyla dolu Weimar Dönemi, felaketin çok yakında olduğunu fısıldamaktaydı. Sokaktaki adam kamplara bölünmüş, gündelik politik hırsların bir parçası olmaktan öte işlevi kalmadığını kabullenmiş, değersizleştirilmiş, işsiz, yoksul ve sessizdi artık. Ve en çok da bu yüzden, iade-i itibar arzulamanın hayalden ibaret olduğuna kanaat getirdiği bir anda işittiği sesin anlamı çok büyük olmuştu:
“Yeniden doğuş (palingenetic), bugünü yıkmakla ve saf ırktan oluşan ulusu yeniden yaratmakla mümkün olabilir.”
İnsanlık tarihinin en başarılı propaganda dönemlerinden biri için düğmeye basılmıştı artık!
Kurtarıcımız Führer!
Sıradan Alman vatandaşının belleğinde sıcaklığını koruyan geleneksel Yahudi karşıtlığını, azınlıkların ekonomik alandaki kazanımlarına duyulan öfke ile birleştiren Nazi yöneticileri, diğer yandan da yükselen Bolşevikliği yok edecek biricik güç olduğu imajını yerleştiriyordu. Nitekim bunu sağlamak uğruna hiç bir fedakârlıktan kaçınılmayacaktı.
Faşizmin kurumsallaşmasında büyük etkisi olduğu bilinen kitle gösterileri, Hitler’in “ben, sen, biz” söylemi eşliğinde dalga dalga yayılıyor; “küllerinden doğan ve yeniden tek vücut haline gelen yeni ulus” söylemi bu törenlerin ana temini oluşturuyordu. Kadınlar annelik çemberine hapsedilmesine karşın “kutsallık” motifine yapılan büyük vurgudan olsa gerek, önemli bir karşıkoyuşla karşılanmıyor, işsizler yükselen sanayinin etkisiyle, adeta asırlar sonra gün ışığına gülümsüyor, gençler ve çocuklar ise “tek devlet... tek millet... tek lider” sloganıyla küçük yaşlarda tanışıyorlardı.
Bireye yalnız olmadığı ve devasa yığınların ayrılmaz bir parçasına dönüştüğü hissiyatını sunmak, anıtsal törenlerin yegâne gayesi haline dönüşmüştü: “Tanrı, bize en kötü zamanımızda bir kurtarıcı gönderdi: Führer!”
Ak Değil Kara!
İdolojiyi yaymak ve halkı kuşatmak adına yapılan bütün bu eylemliliklerin ardında derin bir teatrallik bulunuyordu: Bizzat Hitler tarafından tasarlandığı iddia edilen gamalı haçın gölgesinde, çoğunluğu “Bir şeyi ne kadar çok tekrarlarsanız, ona o kadar çok insan inanır. İncil’in bu kadar önemli olmasının sebebi, 2000 yıldır aynı şeyleri tekrarlıyor olmasıdır” deyişiyle ünlü ve tüm zamanların en başarılı propagandacılarından Joseph Goebbels tarafından gerçekleştirilen bayrak asma veya kitap yakma törenleri, Yahudilere ait mağazaların törensel bir edayla yağmalanması, açıktan fişlemeler / damgalamalar, sıradan insanı dahi büyüleyerek içine alan askeri disiplin... Ve gençliğinde amatör bir oyuncudan aldığı dersleri başarıyla uygulayarak hitabetini ilginç el-kol hareketleri, jest ve mimiklerle süsleyen Hitler’in etkileyici silueti (“Kalabalıkları bir kadın gibi kontrol edebiliyorum!”).
Şimdi lütfen John Heartfield’ın eserine bir kez daha bakın. Bu montaj, herkesin “ak” dediği bir döneme “kara!” diyebilen devrimci bir sanatçıya ait. Hitler’e methiyeler düzen yığınlar yok artık; sanatçı ise yaşıyor!