Türkiye'nin sorunları zamanla azalacağına giderek çoğalıyor. Yaz başında bıraktığımız sorunlar yaz sonunda çözülmeyi bırakın katlanarak artmış durumda… Daha önce ki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, "devletsiz" bir ortamda bunların olması da normaldir. Şu an halka dönük yüzüyle devlet, sadece dolaylı vergi toplayan, istediği kesimlerden vergiyi fazlasıyla alan, (örnek alkol ve sigara üzerinden) istediği kişi ve kurumları vergi düzeni dışına çıkaran (uzlaşma adı altında vergi afları, kendine yakın gördüğü vakıflara kamu yararı statüsü vererek istisna getirmek, bazı ‘hayır’ kurumlarına yapılan bağışları vergiden düşmek ) işlemler yapmakta. Düşünce özgürlüğünü sadece kendi belirlediği alanlarda kendi istediği kişilere kullandırtmakta ve istemediklerini zararlı ilan etmekte sakınca görmemektedir. Yani kitaplarda, devlet teorilerinde geçen baskıcı ve ceberrut devlet anlayışı fikren ve fiilen hayatımızdadır. Bunu KHK’larla devleti yönetmeye kalktıklarında ya da İstanbul Belediye seçimlerinin iptal ettiklerinde görmüştük zaten. İktidar, burada da durmayacağını gösterdi ve 31 Mart seçimlerinden tam 4,5 ay sonra Diyarbakır-Van-Mardin belediyelerinde hiçbir yasal gerekçe göstermeden seçilmiş Başkanları görevden aldı, yerlerine kayyum atadı... Böylelikle elimizde iktidarın demokratik teamüllerle değişeceğine dair umutlar da azaldı. Yine de çoğunluk ve özellikle "utangaç muhalefet" bu tesbiti görmezden geliyor. Ülkede demokrasi varmış gibi yapmaya devam ediyor.

Bu devletsizlik ya da devletin sadece bir baskı kurumu olması hali, siyasette etkilerini bu derece net gösterirken elbette bunun yansıması toplumsal ve ekonomik hayatta da kendini gösterecektir. Baskıcı devletlerin temel unsurlarından biri olan kolay para kazanma alanları kendi alanlarında pay edilecek, bu paylaşım sırasında da hiçbir etik kaygı ve kurala uyulmayacaktır. Bunun örneklerini uzun süredir yaşıyoruz ancak, Kaz dağlarının önemli bir bölümünün yabancı ortaklı bir maden şirketine neredeyse bedavaya tahsis edilmesi, Munzur dağının her yerinin maden arama sahası ilan edilmesi, Salda Gölünün tüm mevzuat hükümleri bertaraf edilerek apar topar Millet Bahçesi olarak ihaleye çıkarılması, Aydın Manisa gibi illerimizde giderek artan ve havayı suyu kirleten jeotermal santralleri gibi güncel örnekler aslında konunun ne kadar can yakıcı olduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Bu tür geleceğimizi tahrip edecek projelerin durdurulması da hukuki mücadeleye değil, doğrudan siyasi mücadeleyle bağlantılıdır. Türkiye coğrafyası, baştan sona geleneksel tarımın tasfiye edildiği bir süreçten geçmektedir. Bunun yanında yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kısa vadeli kâr güdüsüyle acımasızca, doğanın geri döndürülemez nitelikte tahrip edildiği bir zamanı yaşamaktadır. Bu alanlarda toplumsal mücadelenin sadece hukuki alana indirgenmesi sonuç vermeyecektir. Çünkü Adli yıl açılış törenleri, hukukun ne olduğunu bize bir kez daha göstermiştir. Yürütme erkinin huzurunda gerçekleşen, yargı bağımsızlığının esamesinin okunmadığı bir düzenden, “adalet” değil sadece kılıfa uydurulacak “idari” kararlar beklenebilir.

Yaşadığımız bu dönem, siyasi, sosyal ve ekolojik krizin kesiştiği bir dönem olarak ileride Türkiye Tarihinde müstesna bir yer işgal edecektir.