Susuşların kanattığı bir kentin tam ortasındayım.
Az ötede; şimdi gökdelenlerle, devasa alışveriş merkezlerinin bulunduğu yerde geniş bir meydan vardı eskiden. Daha dünmüş gibi çınlar kulağımda, birlikte halaya duran insanların şarkıları, düşenlerin ardından söylenen ağıtlar… Şimdiyse, yalnızlıklarından bihaber yığınlardan yükselen gürültü ve ona eşlik eden ruhsuz notalar dolduruyor sokakları. Uğultular sessizlik olarak dönüyor kalabalığa…
Çarparak çıkmışım bir kapıyı. Ardımda belli belirsiz çığlıklar. Gülüşleri özlenen, çocuklara ve aşka ölesiye bağlı, bu kenti güzelleştiren o dostlar da yok artık. Kimisi ıssız bir dağ başında yitip gitmiş; kimisi en sıcak kahkahanın ortasında…
Kaçarcasına ardımda bırakıyorum kalabalığı; istikamet denize doğru. Sahil boyunca yürüyorum, dalgalar kıyıyı dövüyor. İnsanın iliklerine işleyen bir soğuk var dışarıda. Ürkek adımlarla iniyorum kumsala doğru. Şafak ayazı boynumda, saçlarımda dolanıyor. Sesler işitiyorum sonra; bir karaltı çarpıyor gözüme. Küçük bir topluluk, ağır adımlarla odun yığıyor kum tepelerinin aşağısına. Ateş yakmak istiyorlar belli, ama başaramıyorlar… Tutunamayanlar, sığınmaya çalışıyor hayata. Alevler bir yanıp bir sönüyor, karanlık galip çıkıyor savaşımdan. Ufkun ardında yanıp sönen belli belirsiz ışığa takılıyor gözlerim, bir uçak göz kırpıyor sulara, çoğalıyor yalnızlık…
Derken sen çıkıp geliyorsun aşağıdan, kayalıkların oradan… Üzerinde maviye çalan upuzun bir gece elbisesi var. Kızıl saçların sabahı müjdeliyor. Bir çıra alıyorsun eline ve tutuşturuyorsun geceyi. Önce ihtiyar bir balıkçı sığınıyor aleve; onu, ağlamaktan makyajı bozulmuş olgun bir kadın takip ediyor. Sonra çocuklar geliyor. Çoğunun yırtık elbiseleri; yalınayak, elleri is içinde çocuklar. Birden bütün renkler ve sesler birbirine karışıyor sanki. Bir deli nara atıyor, yaşlı kemancının ezgilerine karışıyor haykırışı. Alev, kalabalığın üzerinde yükseliyor. Seni arıyor gözlerim. Yorgun ve kederli, içimde gizli sorular büyüten bakışlarınla karşılaşıyorum. Hem bin yaşında ve gepegençsin. Göz göze geliyoruz kısacık bir an, dokunmak istiyor gibisin bana ama… Geldiğin yere, kayalıkların ardına doğru gidiyorsun hemen sonra. Ardından koşmak ile orada öylece kalakalmak arasında gidip geliyorum ve çekip gidiyorum oradan.
…
Bir tren garındayım. Nereye gideceğimi hiç bilmeden, yine vuruyorum kendimi yollara. Veda edenim yok, bekleyenim yok… Uzak dağ yamaçlarına kurulan köylerin titrek ışıkları eşlik ediyor yol boyunca. Son istasyonda, babasını uğurlayan kıza dalmışken gözlerim, karşıma çıkıyorsun. Orada, pencerenin kenarında olduğumu biliyor gibisin. Harekete geçen trene aldırmaksızın, camları açıyorum. Bir ağacın sararmış yapraklarına dokunuyor ellerim. Bana baktığına yemin edebilirim, ama görmüyorsun. Ve yeniden dalıyorsun karanlığın ortasına. Kelimeler boğazıma düğümleniyor; bıraksalar hiç susmayacağım ama… Konuşamıyorum.
…
Bir Leyla ile Mecnun masalında değilim, biliyorum, Kaf Dağı’nda hiç. Belki de hüzünlü ve suskun bir gecede, sık sık uzaklara dalan gözlerinde kayboluyor ve sayıklıyorum bütün bunları. Yine de susuşların kanattığı bu kent kadar iyi tanıyorum seni; hiçbir sağanağın patlamadığı, kirli ve yapışkan sessizliğin yüreğimize işlediği, üflesen yıkılacak bu kent kadar.
Dilimde ilk gençlik yıllarından yadigâr bir Usta’nın dizeleri, “ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne. Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz… Belki yine gelirim, sesime ses verecek olursan bir gün...”
Yanıt yok!