Virüs salgınının etkileri tüm dünyada görülüyor. Herkes kendi ölçüsünde tedbirini alıyor. Gelen haberler, İtalya’da durumun çok ciddi olduğunu söylerken, ABD’de de durum giderek kötüleşiyor.
Virüsün yayılmasını önlemek için 16 Mart itibarıyla okulları tatil eden hükümet iyi bir adım attı, ancak yurt dışı giriş ve çıkışlarını durdurmakta geç kaldı.
Herkesin gözü önünde, bu yıl Hac ibadetini yasakladığını açıklayan Suudi Arabistan’a, Şubat sonunda umre kafileleri gönderildi. Dönüşte de umrecilere ekstra tedbirler uygulanmadı. Genel görüş, umrecilerin virüsü Anadolu’ya yaydıkları yönünde…
Bir aydır konuşulan tedbirler kapsamında bir de baktık ki hastanelerimize bile yeterli sayıda koruyucu ekipman sağlanmamış. Her ne kadar Sağlık Bakanı aksini iddia etse de iktidarın söylediklerine inanan pek kimse yok.
Virüsün etkin olduğu ülkelerde sokağa çıkma yasağı ilan edilirken, halka da ekonomik yardım paketleri açıklandı. Türkiye’de sokağa çıkma yasağı resmi olarak yok, gönüllü olarak var. Buna karşın, kamuda nöbet sistemi getirildi, adliyeler 30 Nisan’a kadar tatil edildi. Genel bir sokağa çıkma yasağı ilan edilmedi, çünkü o takdirde çalışanlara belli bir ücret ödenmesi gerek ve hepimiz biliyoruz ki devlet bütçesinde para yok. 2020 bütçesi yaklaşık 1 trilyon 180 milyar lira olarak belirlenmişti. Tabii bu bütçe içinde önceden öngörülemeyen virüs salgınıyla ilgili bir kalem yok. Böyle öngörülemeyen afet, savaş, salgın gibi durumlar için Merkez Bankası bütçesinde ihtiyat akçesi diye bir kalem vardı. Ama “öngörülü” hükümetimiz 2 yıldır o paraya da el attı ve her Avrupa ülkesi vatandaşına salgın için bir destek ödemesi yaparken Türkiye hükümeti tam tersini yaptı. Önceki gün Cumhurbaşkanı, halktan bağış adı altında para istedi. Devletin resmi kurumları bağış için iban numaraları paylaşıyor. Hiçbir demokratik özerk kurum kalmadığından Cumhurbaşkanının açıklamasından sonra tüm devlet birimleri sıraya girdi.
Oysa bağış istenen halkın durumu hiç de iç açıcı değil. Ücretli kesimin yarısı asgari ücretle çalışıyor. Ülkede 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı ise asgari ücretin 2.5 katı. Yani karı-koca çalışsa bile yoksulluk sınırının altında yaşam standartları. İşsizlik, yüzde 14’le Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeylerinde. Emeklilerin gelir durumu zaten perişan. Dolaylı vergiler emeği ile geçinenlerin üzerine büyük yük getiriyor.
Buna karşın bankada milyon liranın üzerinde mevduatı olan 200 binin üzerinde hesap bulunuyor (Her hesap 4 kişilik bir ailenin hesabı desek nüfusun yüzde biri). Türkiye’nin en zengin 100 kişi listesinde bulunan 100. sıradaki kişinin kişisel serveti 400 milyon dolar.
Yani ibanlar arasında eşitlik yok. Hiç olmadı. Buna karşın Cumhurbaşkanı, ibanları şişkin olanlardan ziyade, ibanları boş olanı yardıma çağırıyor. Bunu yaparken de 18 yılda alınan toplam 320 milyar dolar dış borç (toplam dış borç 452 milyar dolar), özelleştirilen kamu teşebbüslerinden (Telekom, Tüpraş, Petkim, Tekel vb) gelen 61 milyar dolar ve bunca toplanan vergiler nereye gitti diye de sormayalım istiyor. Çünkü onları yollara, köprülere, gökdelenlere, saraylara, lüks makam araçlarına gömdüler.
Devlet, bir kez daha milleti yardıma çağırıyor ama çağrılan ibanlar boş ve tedirgin. Süreç ne kadar sürecek, nasıl ilerleyecek belli değil.
Asıl bu günlerde devlet aygıtının halkın yanında olması gerekirken, öyle bir aygıtın olmadığını, olsa bile içinin, kasasının boş olduğunu dehşetle fark ediyoruz.
İçinde bulunduğumuz bu “tedirginlik çağında” tedirginlikten Türkiye’nin payına daha fazlası düşüyor.
Kaygıyla izliyoruz.