I  
“Telli sazdır bunun adı / Ne ayet dinler ne kadı / Bunu çalan anlar kendi / Şeytan bunun neresinde”. 
Yalçın Duman’la şiire müzik eşliği konusunda görüş alışverişinde bulunurken yukardaki dörtlük altyazı olarak geçiyordu aklımdan. Şiire müzik eşliğini konuşmamızın sebebi de Yalçın Duman’ın Ahmed Arif için düzenleyeceği etkinlikti. 

Şiirlere müzik eşliği olacak ise bilindik şarkı-türkü olmamalı, dedim, dinleyici o şarkı-türküdeki sözün peşine takılıyor, bu arada şiir de güme gidiyor. 

Girişteki Dertli’nin dörtlüğündeki “telli saz” ifadesinin ilk çağrışımı bağlamadır. Ancak iskele-sancak fakirdeki çağrışımı sözdür, sözcüktür. Her hece bir mızrap vuruşuydu dilde ve sözcüklerin vurgusu bizde özgün bir müzik lezzeti bırakıyordu. Bu cümleden hareketle şiire eşlik müziğinin mızraplı çalgılarla değil yaylı sazlarla (keman, kemane, kabak kemane, kemençe, rebap, yaylı tanbur) yapılmasının daha uygun olacağını düşündüm. Yaylı sazın seçeneği ise insan sesine en yakın çalgı olan ney olacaktır şüphesiz. Şiirin mızraplı çalgı olduğunu düşünürsek, ki öyledir, yaylı saz o ezgiye uzun yaylarla bir altyapı çalacaktır. Batı müziği ifadesiyle kontrpuan… Ancak çalınacak ezgi bilindik bir eser değil doğaçlama olmalıdır. 

Bu ayrıntıyı nasıl yakaladın, diye sorarsanız, bir etkinlikte hikâye de yazan bir belediye başkanı kendi öyküsünü seslendirirken keman çalan bir müzisyen Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” adlı türküsünü çaldı. Ben fakir de o bilindik türkünün peşine takılıp seslendirilen öyküyü kaçırdım. Yalçın Duman ile Ahmed Arif şiirlerine müzik eşliğini konuşurken belleğimdeki bu fotoğraftı yukarıdakileri düşündürüp de söyleten. Ah bu çağrışım kuşları…

 II
Şeylere, hemen her şeye, bir ad vermek ilk soyutlamasıdır insanın. Böylece oluşan sözcükler/kavramlarla iletişim kolaylaşacaktır. Dillerin yolculuğu…
Şeylere ad verirken insanın renk görme ayrıcalığı elbette ifade zenginliği katacaktır dillere. 
“Alma” demişiz kırmızısından elmanın. Dil yolculuğunda “a” “e”ye dönüşecektir zaman içinde. 
Renklerin kendi içlerindeki ton farkları da sözcüklere yansıyacaktır ister istemez. Kıpkırmızı, sapsarı, yemyeşil, masmavi, bembeyaz vb. Limonun renginden limoni, fıstığın yeşilinden fıstıki… Denizin mavisine giderken su yeşili, tirşe, turkuaz… Mavisini koyultan denize lacivert demişiz. Derken, akide şekerinin pembesinden şeker pembesi… Katran karası, zifir karası, kurum karası… Mor bir deniz kabuğundan elde edilen renktir. O deniz kabuğu nadir bulunduğu için de antik çağın Roma’sında zenginliğin simgesidir mor. Leylak, mora bir sıfattır, tıpkı sümbül moru gibi. 

 III
Uzayda “serseri mayın” olan göktaşı bir gezegenin çekim alanına yakalandığında atmosferdeki sürtünmeyle yanarak düşer. Bu alevli yolculuk göktaşının gömülme törenidir. Düşen göktaşı yeryüzüyle buluşup gömülürken orada yeni bir hayat başlar. O gezegende olmayan elementlerin toprağa karışması ne zenginliktir ama. 

 IV
Doğanın ve kâinatın temel yasası zıtların birliği olduğu denli şeyler arasındaki ilişki ve iletişimdir. Olguları anlamaya ve anlatmaya çalışırken büyük fotoğrafı görmeden ve/veya görmezden gelerek şeylere bakmanın sonucu kaçınılmaz yanılgı olacaktır.      

 V
“Büyük ve kalıcı olan her kitapta belirsizlik, çok anlamlılık vardır” der Borges, “Kitap, okurunun çehresini belirginleştiren bir aynadır, ama yazar eserinin önem ve anlatımından habersizmiş gibi davranmalıdır.”
Yazarın kurguladığı o metnin satır aralarından arka plana geçen okur, çehreler galerisinde bir gezgindir artık. O metinin salt yazara ait olmaması boyutudur bu, herkes için değişik ve devinik algılar içermesi. Rüya içindeki rüyanın gerçekliği… Okurun kendine büyü yapması ve şimdiki zamanın sonsuzluğu.