Eksik hayatlar hangi coğrafyada olursa olsun sanatın nehir söyleşisi olmasın sakın? Yapbozun eksik parçasını bulmak’çün denize koşan, göğe çıkıp da yağmur olup ırmaklara, denizlere karışmak yeniden. 

Nilüfer Benal’ın “Oyunbozan” (*) adlı romanını okurken ilk romanı “Unutulan” ile paralel bir yolculuk yaptığımı fark ettim. Paralel evrenler… Eksik hayatlar galerisi… 

Şuaranın dünya/kâinat gezintisinde uzun ve tek bir şiiri söylemesi. Tek yol D… Geceden sabaha kalan… 

Oyunbozan, 1990’lı yıllarda ‘68’li anne babalarından, ‘78’li abla-abilere ve günümüze uzanan yollarda pusulasız bırakılmış, hep bir yanları eksik kalmış kuşağı anlatıyor. Pelin, Yeşim, Hümeyra, Reha… Ve gruba bir göktaşı gibi düşen ve/veya Yeşim’in düşürdüğü Serhan… Elbette anneler, babalar… Çocukluk, ilk gençlik katmanları… Zaman zaman yakın plana giren bazen de arka planda kalsa da ülkenin siyasi ortamı. Baskın egemen yapının gölgesini devamlı hisseder okur. 

1980’li yıllarda bir sosyoloğun makalesini okumuştum. Maymunların 30-35 kişilik sürüler hâlinde yaşadıklarını söyleyerek sözü insanlara getiriyordu.  Telefon defterinizi açınız ve en çok aradığımız ve en çok arandığınız isimlerin yanına bir işaret koyunuz. Bu sayı 30-35’i geçmez. 

Gündelik hayatlarımıza baktığımızda bu yoruma katılmamak mümkün mü? Romandaki kişiler de anne-babaları, arkadaşlarıyla bir öbeğin içinde yaşıyorlar. Seçimleri ve/veya seçmemeleri, seçmemek de bir tercihtir, hep bu öbek içinde oluyor kaçınılmaz olarak. Kendi eskil geçmişleri; aile yaşamları, çocuklukları, ilk gençlikleri de bu öbeğin magması. İçinde aktıkları ırmak ise eksik hayatların davranışlarını, tercihlerini belirlemesi. Bu çift akıntılı yapının dengesini bozan ise göktaşı misali Serhan’dır. 

Ah şu bilinçaltının dipsiz kuyusu. Kim çıkarır ki o kuyuya atılan taşları? Oyunbozanın şifresi ise romanın başındaki Antigone tragedyası eliyle verilir. Tragedyada başat tema şüphesiz değerleri uğruna ölümüyle Antigone’dir. Ancak tragedyada bütün karakterler öldükten sonra sarayda kalan İsmene, yaşadığı hayatı, yüzleşmekten kaçındığı durumları hatırlar ve sorgular. Okur bu şifreyi romanın sonunda çözecektir. Bazı okurlar da “Bu tüfek dekorda varsa mutlaka patlayacaktır” diyerek sinek pislemedik bir yere not alacak ve yanılmayacaktır.  Nilüfer Benal, okuru kör kuyuya atılan taşları çıkarmanın uğraşıyla baş başa bırakacaktır. 

Bir psikiyatri uzmanı bu tipler aralarındaki ilişkiler ağını nasıl yorumlardı acaba diye sormadan edemiyoruz. 

’68 ve ’78 kuşakları…

Onluk sistem… 60… 70… 80… 90… 100… Size garip gelebilir ama bana hep oyun havaları çalarken başı çeken birinin, bu müzisyenlerden biri de olabilir, sözlerini hatırlatır hep. “Abe havada yüz, karada yüz… Mecalim var… (h)erkime…

Bölüp yönetmek, elbette egemen yapılar da dâhil, hep kolay gelmiştir insanlara. Küçülterek anlama-anlatma, yönlendirme-yönetme. 
Romandaki tiplerin/kahramanların da kullandıkları ’68-78 kuşağı böyle bir şey. Çokluk bize ezberletilenlerle düşündüğümüzü zannediyoruz. “68 kuşağı” ifadesi 1968 Paris öğrenci-gençlik olaylarından alınma bir kopyala yapıştır. Malum batı kutsaldır, oradan alınan da. (Ah monşer Paris treninden inemedik bir türlü.) Ancak ‘68 kuşağının kökleri 27 Mayıs 1960’a giden süreçteki öğrenci eylemlerindedir. Yani Paris’te öyle bir direniş yokken. ’78 kuşağı denen öbek de kaçınılmaz olarak ‘68’in içinden çıkmış ve o yapıları fraksiyonlara parçalayarak sürmüş ve 12 Eylül 1980 darbesiyle de hayaletleri kalmış bir ara dönemdir. Ne trajedi ama, hiç kimse/grup vs. “Biz ne hata yaptık da yenildik?” sorusunu sormamış, gidenlere ağıt yakarak bugünlere gelinmiştir. Malum, ağıtlar sonuç üzerinden yapılan güzellemelerdir. O sonuçların sebeplerini irdelemek için analitik düşünce yöntemi gerekir. 

Evet… Akıp giden zamana hem içinden hem de dışından bakarak sebep-sonuç bağlamında analitik düşünmek/düşünebilmek sanatçının olmazsa olmaz yolculuğu ve çilesidir. Hadi romandan bir alıntı yapalım. “Edebiyatı sanattan ayırıyorum” der Yeşim, “Edebiyat süslü püslü sözcükler toplamı değil, disiplinler arası düşünceler birliği bana göre.” 

Oyunbozan, bizi o analitik analizin eşiğine getirip bırakıyor. Hep derim ya, okuyan yazandan arif gerek, diye. Nilüfer Benal, romandaki tipleri dün-gün sarkacında ustaca kurguladığı yaşamlarıyla, birey-toplum salınımında okuru bu sorgunu kıyısına getiriyor. Bu da okurun sorgu çilesidir.

Oyunbozan’ı okumaya başladığında bendeki ilk izlenim “roman-şiir” olmuştur. Salt Türk şiirinin ustalarından söz edilmesiyle değil elbette. Nilüfer Benal’ın dilindeki şiirli söylemdendi bu izlenim. 

Renkler ve zevkler tartışılmaz şüphesiz ancak birkaç örnek seçmeye çalıştım. 
“O fotoğraf aklıma geldiğinde kirpiğinin ucuna münasebetsiz bir kelebek konmuş gibi oluyordu.”, “Misketini çalmış bir oyunbozan gibi küskün”, “Komuta edemediği gözyaşları, matemli bir karınca ordusu gibi uygun adım, sessizce süzüldü yanaklarından”, “Hadi gel masaya, gök kandil oldu”.

Siz de kendi şiir beğeninize göre seçebilirsiniz, dedik ya renkler ve zevkler tartışılmaz, diye.  
 
Son sözü bir ustadan el alarak bitirelim yazıyı…
“Her ölüm dünyada bir çatlak açar- bir boşluk bırakıp öyle gider ki her kişi: öteki kişiler de şimdi, o çatlağı kapatmakla, o boşluğu doldurmakla görevlendirilmiş hissederler kendilerini.
Oysa, zamanla, çevre dokunun da çatlaması ve boşalmasıyla o çatlak belirsiz- öteki çatlaklardan ayırt edilemez- hale gelecek; o boşluk da zaten, yok olacaktır.
...
Oysa, önemli olan, çatlağı açıkça görebilmek, boşluğu olduğu gibi yüklenebilmekti.
Çünkü, ölüm, onmaz; yaşam, onarılmazdır.” Uzak, Oruç Aruoba
*Oyunbozan, Nilüfer BENAL, Edisyon Kitap, 2024.