1979, belki 1980’de yazdığım bir yazıda sanatçıyı, psikolojik dengeleri diğer insanlara göre farklı noktalarda oluşan kişi olarak ifade etmeye çalışmıştım. Oluşan ve/veya sanatçının bile isteye oluşturduğu bu asimetrik denge onun sözcüklerle, ışıkla, renk, leke, desen, gölgeyle, doğa ve kâinatla elbette özgün bir iletişim içinde olmasının da eşiğidir. Bu eşik geçildikten sonra sanatçı-birey kendine ve şeylere hem içerden hem de dışardan bakarak okuyacaktır zamanı. “Ne içindeyim ne de dışında zamanın parçalanmaz bir anın akışında” diyerek Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kristalize ettiği boyut. Sanatçının bile isteye oluşturduğu yapının bir diğer boyutu da onun yalnızlığıdır, ki bu da iradi bir yalnızlıktır şüphesiz.
Hülya Duman “Babamın Güzel Kitapları Vardı” adlı deneme kitabıyla okurlarıyla buluştu. Kitap, adını da ilk denemeden almış. Hülya Duman, bu ilk yazıda yazı yolculuğunun kök hücresi olan okumaları babasının attığı tohumların yeşerip de nasıl bir ağaca ve ağacında bir ormana dönüştüğünü anlatırken hayata ve sanata hangi merceklerle baktığını belirterek adeta bir seyir defteri sunuyor bize.
Okuma yolculukları bizi bizle yüzleştirirken hayata ve kendimize dışardan bakmamızı da sağlar. O yolculuktan yazıya geçiş süreci ise okuyanın yazandan arif olmasıyla başlayıp göveren bir yapıdır. Sanatçının üretim süreci için şu benzetmeyi yaparım. Bir fincan çay düşünün ve üzerine ekmek kırıklarını bırakın usulca. O ekmek kırıkları cesametlerine göre ağır-usul çökerler dibe. O dibe çökenler bizim yaşadıklarımızdır. O birikintiye geniş açıyla bakarsak ona okuduklarımız da dâhildir şüphesiz. Sıra çay kaşığının fincanı karıştırmasına gelir. Bir diğer deyişle çağrışım kuşlarının dip kuytuda birikenleri bir lodos fırtınası gibi altüst etmesi. İşte o üste çıkanlar, çıkabilenler sanatçının / yazarın söyleyip de yazdıklarıdır. İşte yolculukta sanatçı/yazar kurguladığı dünyada yaşarken gündelik hayat bağlamında yapayalnızdır.
Hülya Duman, yazı yolculuğuna yetmiş beş yaşından sonra çıkan Marguerite Duras’nın Yazmak adlı kitabından yaptığı alıntı ile sanatçının yalnızlık tercihinin, zaman boyutunun altını çiziyor. “Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu ve yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Yazı yabanıl kılar insanı, zaman kadar eski bir yabanıllığa ulaşmanız gerekiyor.”
Sohbetlerde söylerim, nasıl sporcular diğer insanlara göre en az iki misli kalori almak zorundaysa sanatçının da diğer insanlara göre beslenme rejimi farklı olacaktır. Bu beslenme fiziki tokluğun ötesinde onun ruhsal gıdasının temini ile doğru orantılıdır. Okuyup, müzik dinleyip, seyrederken bir parçası olduğu doğa ve kâinatı da gözlemleyerek beslenmesine derinlik katacaktır.
“Bilgi, daha çok bilgi düşünmeyi, sorgulamayı ve kuşkuyu yanında sürükler. Bir şeylerden, var olan doğru veya yanlışlardan şüphelenmeden, kuşku duymadan araştırmak, düşünmek ve yeniden yorumlamak, yaratmak da mümkün olamaz” diyen Hülya Duman Marguerite Duras’dan bir kez daha el alacaktır. “İnsanın yaşamında bir an gelir ve sanırım bu yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız. Bu kuşku yalnızdır da aynı zamanda ve çoğu kimse bu söylediğime katlanamaz, sanırım, hemen sıvışır oradan. Evet, aradaki fark burada!.. Gerçek bu. Başka bir şey değil. İnsanı yazmaya yöneltir bu kuşku devinimi, kuşku, yazmaktır. Dolayısıyla yazardır da.”
Kozasını ören tırtıl, binlerce çiçeği gezerek bal yapan arı misali Hülya Duman da kitabın ilk yazısında kendi okuma yolculuğuna çıkarıyor okurunu. Evet ben bunları dedim, daha neler söyleyeceğim lâkin dokuduğum bunca ipek, yaptığım bal kaç vaktin lezzetidir, diye sesleniyor okura. Nice dolup nice taştığını büyük bir içtenlikle söylüyor. Ve bütün bunları okura bir meddah edasıyla anlatan bir söylemle yapıyor ki bu onun ferah okunur bir yazar olmasını sağlıyor elbette. Konuşur gibi yazan bir kalem o.
Sanatçı olmanın maddi ve manevi bedeli…
1990’lı yılların ikinci yarısı… Çorum yılları… Bir gün bir genç önüme dört harita metot defteri bırakıp, “Eleştir beni… Bedia yazıyorum” dedi. Defterlere hızla göz attığımda dönemin belediyelerindeki kazanımlarla toplumda öne çıkan siyasal İslamcı partinin sloganlarıyla harmanlanmış manzumeler gördüm. “Ben eleştirmen değilim. Gel seninle edebiyat sohbeti yapalım” dedim ve sordum, hangi yazarları seversin, son okuduğun kitap hangisi, hangi dergileri takip ediyorsun?”
Cevabı ilginçti, “Ben okumam, yazarım!”
Cevap inanılmaz olsa da onu sanatçı olmanın nasıl bir yolculuk olduğunu sabırla anlatmaya başladım. “Sanatçı insanı anlatarak yola çıkacağı için psikoloji bilmelidir, insan bir toplumun parçası olduğu için sosyoloji bilmelidir, o toplumun ve insanlığın bir tarihi vardır, öyleyse tarih de bilmelidir. Yeter mi? Yetmez. Tarih ekonominin tekerleri üstünde döner, tarih de bilmelidir. İnsan doğanın bir parçasıdır, öyleyse doğayı tanımalıdır. Doğa ise kâinatın bir parçasıdır, öyleyse kâinatı da öğrenmelidir.”
Ben bunları sıralarken yüzünde patlamak üzere bir fırtınanın ifadesi olduğunu görsem de sözlerimi sürdürdüm. Sanatçı olmanın maddi ve manevi bedeli vardır. O bedel ödense de teslimat garantisi yoktur. Sanat eğitimi veren nice kurumdan mezun olanların küçük bir yüzdesi ancak sanatçı olurken diğerleri çeşitli yerlerde çalışıp emekli olur ve giderler. Dedim ya teslimat garantisi yoktur sanatçı olmanın ödenen onca bedele rağmen.
Büyük bir hışımla çekip gitti. Birkaç hafta veya ay sonra onu caddede gezerken gördüm, yanında çantasını taşıyan biri vardı. İhtimal “bedia” dediklerini basacak bir belediye veya şirket bulmuştu.
Bunları niye anlattım? Hülya Duman, “Bir İntihar, Bir Yazar; Bir Gelenek, Bir Ülke Yukio Mishima” başlıklı yazısında Mishima adlı Japon yazarı anlatmak için önce Japon tarihini hatmeder. Biz okurlara da hızlı bir ufuk turu yaptırır bu konuda. Yetinir mi? Asla. Japon edebiyatı ile halvet olur. Amaç Yukio Mishima’yı anlatmaya nereden girilir, sorusunun yanıtını bulmaktır.
“Kolay anlatırım sandığım Mishima’yı okudukça eksiklendim ve pek çok yan okuma yapmam gerekti. Sonuç mu? Yaklaşık sekiz ay Japon edebiyatında konuşlandım. Popülist yazarları, Haruki Murakami’den tutun da Natsume Soseki, Kazuaki Takano, Kanae Minato, Sayaka Murata, Yasunari Kavabata… İtiraf etmeliyim daha çok okumak isterdim. Sevdim, bahsettiğim yazarların epeyce de kitabını okudum. Ne ki kendi toprağımı özlemiştim, Deli İbram Divanı ile sert bir geri dönüş yapıp, soluklanmak istedim. Daha sonra yazmak için birikmiş oldu. Olsun, anlatırım hepsini, özellikle Soseki’yi”
Yazar, seçtiği konuda kaçınılmaz olarak araştırma yapar. Ancak bu onun mutfak çalışmasıdır. Yemeği yaparken ki püf noktalarını kimseyle paylaşmaz. Hülya Duman’ın farkı işte burada ortaya çıkıyor. Edebiyatın, sanatın adaylarına ne kadar sarp ve dikenli ve sabır isteyen bir yolculuğun onları beklediğini de yaptıklarını arka bahçesini sunarak rehberlik ediyor. Benzer bir olay tiyatro seyircisi için de vardır. Sizin rahat koltuklarda seyrettiğiniz oyun ne çileli uğraşlarla sahneye konulur, derdim hep.
Bitti mi? Elbette hayır. Yazarın bütün külliyatı okunacak ve demlenmeye bırakılacaktır.
Ayrıntı sanatın kök hücresidir. Yazar için yaptığı tıp deyişiyle söylersek onun tomografisini çekmektir.
İşte örneği. “Söz konusu kişi Mishima ise, hayatındaki dramatik ilginçliklerin pek sonu gelmez. İşte tüylerimizi kaldıracak bir şey daha! Gerçekte, doğduğundaki ismi, Kimitake Hiraoka’dır. Kendisine yazar ismi olarak aldığı ise; Yukio Mishima’dır. Japoncada Yukio “kar” demektir. Mishima da Fuji Dağı’nda bir köyün ismidir. Nasıl da hesaplı gitmiştir; Fuji Dağı, Bereket Denizi Dörtlemesi’nin üçüncü kitabı olan, Şafak Tapınağı bölümünde sık sık ismi geçen bir dağdır. Gelelim trajik örtüşmeye; Yukio Mishima ismi tam okunduğunda Japoncada “ölümle lanetlenen muammalı şeytan” anlamına gelmektedir.”
Hülyalı Gezmelerde okurun şöyle bir seyir defteri var:
Babamın Güzel Kitapları Vardı, Aşk Mektupları/ İki Satır İki Satırdır Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu, Edip Cansever-Alev Ebüzziya, Semerkant ve Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf / Vladimir Bartol, Bir İntihar, Bir Yazar; Bir Gelenek, Bir Ülke Yukio Mishima, Kitap Üçlemesi; Ucunda Ölüm Var, Aşıklar Bayramı, Babamın Bağlaması Kemal Varol, Bastiani Kalesi’nin Yeşil Askerleriyiz: Tatar Çölü Dino Buzzati, Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı Romain Gary, Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında Sabahattin Ali, Sinemanın Garip Dervişi Ahmet Uluçay, Sıcak Külleri Kaldı, Erguvan Kapısı Oya Baydar, İki Kitap Kurdunun, Lüzumsuz Kadın Rabih Alameddine Üzerine Konuşmalarıdır!, Olağan İnsanların Olağan Dışı Başarısı; Devrim Arabaları.
Türk ve dünya edebiyatında gezinirken araya giriveren filmler…
Yazımızı Hülya Duman’dan bir alıntı ile bitirelim bari.
“Kelimelerin gücüne hep inandım. Yazının, kurmacanın büyük zamanı içinde birbirine akrabalık etmiş, el vermiş, yazarların izini bulmak; okumaksa bildiğin adrenalin. Edebiyatın kurduğu koşulsuz akrabalık ruhumu ısıtıyor, onları birbirine teyellemek, edebiyatın sadık terziliğini yapmaksa kanatlandırıyor. Bize bırakılan bu büyük hazinede kaybolup kaybolup bambaşka yollara yahut yine yeniden aynı yola çıkmak ne muazzam şey!”
Meraklısı için ek: Babamın Güzel Kitapları Vardı, Hülya Duman, Klaros Yayınları, 2024, Ankara.