John Wick serisinin son filmi, içerdiği şiddetin yanı sıra koreografisi ve sanat yönetimiyle dikkat çekiyor. İntikamcının yeni serüveninde perdeye yansıyan grafik şiddet, bilgisayar oyunlarından çizgi romanlara uzanan bir dizi referans eşliğinde seyircinin gözünü kırmızıya boyamayı sürdürüyor. Filmi, “sinemada bireyci kahramanın kişisel hesaplaşması”na eklemlenen kitlesel bir dışavurum olarak nitelendirmek sanırım yanlış olmaz.
Beyaz Adam’ın Motivasyonu
Popüler sinemanın tarihinde öznel bir motivasyonla, şiddetten başka hiçbir yolun kalmadığı bir dünya fonunda silahına sarılan ilk figür John Wick değil kuşkusuz. Erken dönemin western kahramanı, uçsuz bucaksız çöl manzarasında Batı’ya “uygarlık getirmek için” (!) çabalarken; bir yandan toplumsal sorumluluk icra ediyor, diğer yandan da kendisini -ya da ailesini, sosyal çevresini- tehdit eden unsurlarla kavgaya tutuşuyordu. Başlangıçta “vahşi Kızılderililer”, sonrasında da adaletin olmadığı bu ıssızlık ikliminde, suça bulaşan azılı çeteler, söz konusu filmlerde bolca boy gösterdiler. “Demir At”tan “Shane”e uzanan meşakkatli yolculuk, “uygar beyaz adam”ın (!) zaferiyle sonuçlandı.
Kişisel intikam serüvenlerinin bir başka dönüm noktası, referansı 30’lara gösteren suç filmlerinde yaşandı. 2. Dünya Savaşı’nın karanlık günleriydi. Sokaklar tekinsizdi, tehlikenin nereden geleceği belirsiz… Doğru yoldan sapma ve yozlaşma eğilimi gösteren kahraman, bu kez dedektif veya kanun adamıydı. Paranoyanın hâkim olduğu bu evren, yaşanılan türlü iniş çıkışlar bir yana, beyaz kahramanımızı çizginin içine alabilecekti.
Anti Kahramanlar Geçidi
Klasik anlatının egemen olduğu ve HAYS Yasası gibi bir sansür kılıcının sinemacıların ensesinde sallandığı yılların da bir sonu vardı elbet. Televizyonun yükseldiği, gişe filmlerinin birbiri ardına yere serilip büyük Hollywood şirketlerini alaşağı ettiği 60’lı yıllar, “başka türlü bir şey”i arzulayan yığınların coşkusunu yansıtıyordu. Mazisi şaibeli bir toplumdu bu: Irk ayrımcılığının ve vahşi kapitalist yayılmacılığın panzehiri Vietnam’da bulunmuştu belki de.
Topluma ahlâk aşılayan temiz yüzlü Joe Americano’ların devrinin bittiği yerde, devreye “muğlâk kahraman” girdi. Eylemleri sorunluydu, toplumla ilişkisi de öyle. Kimisi park lambalarını tekmeleyerek, kimisi de “özgürlüğün başkenti” (!) New York’ta jigololuk yaparak ayakta varlığını sürdürüyordu. Öteki Amerika’nın bağrında gericilikle yüzleşen hippiler ya da o ünlü Vahşi Batı’da, kiliseden bozma bir mekâna genelev açmayı düşünen girişimcilerin uğradığı şiddet, “yüceltme” içermiyor, bir toplum teşhirine yöneliyordu.
Rüya’ya Kanla Kavuşmak
Bu böyle sürüp gitti. Ta ki kapitalist restorasyon süreci tamamlanana kadar. Özgürlük tutkunlarının onca korku ve kuşku arasında yenilmesi, ortaya öncekilerle karşılanmayacak ölçüde şiddetli bir manzara bıraktı. Amerikan Rüyası’na erişmenin yolu kandan ve zaferden geçiyordu. Kirli Harry’den Popeye’a uzanan bir çizgide, ırkçı kanun adamları silahını azınlıklara doğru kaldırırken, Rambolar Vietnam’da gerçeklikle bağlarını koparmış yeni bir tarih yazdılar.
Yükselen her şiddet eylemi, yeni ve genç bir alıcı kitlesi yarattı sonra. Madem dünya masum değildi ve madem kahraman sürekli şiddetle sınanıyordu; o zaman çıkar yol basitti.
Perdede gördüğümüz şey bundan ibarettir.