Bir hafta önce, iktidarın adını ‘Barış Pınarı’ koyduğu yeni bir askeri harekât başladı. İktidar bir yandan sınır ötesi harekât yapmak için Meclis’ten teskere geçiriyordu, diğer yandan bunun bir savaş değil; Suriye’nin kuzeyinde teröristleri temizlemek, sınır güvenliğini sağlamak için yapıldığını belirtiyordu. Savaş değil diyordu ama Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında savaşacak olan yardımcı kuvvet “Suriye Milli Ordusu” adı altında eski cihatçılardan oluşan bir birlikti. (Tabii bu ordu, gerçekten Suriye Devleti’ne bağlı bir ordu değildi) Askerî stratejistlerin bir bölümü Kuzey Suriye’de bağımsız bir Kürt Devletini önlemek için bu harekâtın gerekli olduğunu söylüyordu.

Ortada garip birçok durum vardı. Çok değil, harekâttan on gün önce ortalık süt limandı. Ne olmuştu da birden bu operasyona ihtiyaç duyulmuştu? On gün içinde Suriye sınırından, o bölgeden ülkemize bir saldırı olsa durum anlaşılabilirdi, ama yoktu. Üç hafta önce ise Başkan Erdoğan, Newyork’ta ABD Başkanı Trump ile görüşmüştü. Suriye’ye harekât ondan sonra gündeme gelmişti. Bu nedenle baştan beri şüphe uyandırıyordu. Eğer o bölge iddia edildiği gibi bir terörist yuvasıysa ve Türkiye’nin güvenliğine aykırı durum oluşturuyorsa, neden daha önce gündeme gelmemişti? Oraya girmek için ABD’nin onayı mı gerekiyordu? Gerekiyor idi ise neden birden operasyon, ABD işbirlikçisi PKK/YPG’yi yok etmek ve dolayısıyla ABD karşıtı bir harekât olarak sunuluyordu? ABD, kendisine karşı bir harekâta izin verir miydi?

10 Ekim günü sınır ötesi operasyon başladı. Konu hemen Birleşmiş Milletler gündemine geldi. Güvenlik Konseyi’nde olan çoğu devlet, bu eylemi uluslararası hukukun çiğnenmesi olarak algılıyor ve Türkiye’nin derhal operasyonlara son vermesini ve kınanmasını talep ediyordu. Peki ne oldu? Kınama önerisini iki ülke veto etti. Bu ülkeler ABD ve Rusya idi. BM’de veto yetkisine sahip beş ülkeden ikisi olan ABD ve Rusya’nın en son ne zaman bir vetoda yan yana oy kullandıkları araştırmaya değer bir konu. Bu da başka bir gariplikti. Ancak gariplikler silsilesi devam edecekti.

Harekâtın dördüncü gününde YPG güçlerinin Suriye Hükümetiyle Rusya’nın arabuluculuğu sayesinde anlaştığı bilgisi geldi. Böyle bir durumda Merkezi Suriye Ordusu kuzeye ilerlerse gerçekten TSK ile çatışmaya girebilir, Suriye ile Türkiye’nin karşı karşıya geleceği büyük bir savaş çıkabilirdi. Üstelik Türkiye, başta ABD ve Rusya’nın desteği var gibi gözükmesine rağmen uluslararası arenada giderek yalnızlaşmıştı. ABD’nin Türkiye için birden aldığı ekonomik yaptırım kararları, Halkbank dosyasını tekrar gündeme getirmesi, Rusya’nın YPG ve Suriye’yi anlaştırma çabaları, olayın daha çok Türkiye’ye kurulmuş bir tuzak olduğunu düşündürüyor. Son gelen haberlerde Münbiç kentinin Suriye Ordusu (Esad’a bağlı Ordu) tarafından alındığı bilgisi var. Yapılan bu operasyon Türkiye’yi derin bir açmaza sokmuştur. Operasyon, Türkiye’nin ABD ve Rusya’ya daha fazla taviz vermesiyle sonuçlanabilir. Görüldüğü gibi durum oldukça karışık. Ama açık olan bir durum var. AKP’nin son dokuz yıldır yürüttüğü Suriye politikası yanlışlarla doluyken, neredeyse doğru tek bir dış politika hamlesi bulunmazken, nasıl olur da ana muhalefetiyle, küçük muhalefetiyle, sağcısıyla, solcusuyla milliyetçisiyle bu politikalar sorgulanmadan kabul edilir ve savaş naraları atılır?

Şunu da ortaya koymak gerek. Kendisini milliyetçi tanımlayan insanların önemli bir bölümü, gerçekten ülke yararına politikalara kafa yormak yerine, sadece negatif bir milliyetçilikle “Kürt için kötü olan bizim için iyidir” anlayışında. Milliyetçilik adına başka bir siyaset ortaya koymuyorlar. İçinde bulunduğumuz bu kötülük ikliminin en büyük dayanağı da son 4 yıldır zaten bu anlayış ve bu çerçevede AKP’ye verilen destek.

Operasyonun siyasi maliyetleri yakında ortaya çıkacaktır ama ders alacak mıyız, pek umutlu değilim…