Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki gün bir hastane açılışında yaptığı konuşmada “İktidara geldiğimizde doğru düzgün ambulans bile yoktu.” dedi. Devamında “Türkiye nereden, hangi açıdan bakarsanız bakın sağlık alanında bir destan yazmıştır.” diye konuşmasını sürdürdü. Özellikle ambulanslarla ilgili kısım sosyal medyada büyük bir dalgalanma yarattı. İki yıl önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de “15 sene önce acaba evlerde fırın bulabiliyor muyduk, buzdolabı bulabiliyor muyduk?” sözleri üzerine epey konuşulmuştu.
Bu kısmın analizine geçmeden önce ambulans ve sağlık sistemi üzerine rakamlar diliyle biraz konuşmamız gerekecek.
Sağlık Bakanlığı verilerine göre Bakanlığın elindeki toplam ambulans sayısı 2002 yılında 2963 adet (o yıl özel sektörün elinde de yaklaşık 760 adet civarındaymış) olarak gözüküyor. Bunun 618 tanesi 112 Acil Servis’e ait. Yine Bakanlık verilerine göre 2018 yılındaki tüm ambulans sayısı ise 5586 ve bunun 4910 tanesi 112 Acil servise ait. İktidar yandaşları sadece 112 Acil Servisin elindeki ambulans sayısını veri alıp rakamı 618’den 4910’a yükselmiş gösteriyorlar ve Sağlık Bakanlığı’nın (bırakın özel sektörü) elindeki diğer ambulansları yok sayıyorlar. Bu yorumun daha korkuncu resmi verilerde şöyle: Sağlık Bakanlığı İstatistik Yıllığı 2018’de; Acil Yardım Ambulansı Başına düşen nüfus -sadece bu 618 adet ambulansı baz alarak- 107.446 kişi olarak yazılmış. 2018 yılında ise bu sayı 16.701’e düşmüş. Oysa süreç içinde kamunun elindeki tüm ambulans hizmetleri sadece 112 Acil Servise verildi ve Hastanelerin kendi ambulans hizmetleri son buldu. Dolayısıyla kamu elindeki diğer ambulanslar da 112 Acil Servis Hizmetlerine geçti. 3.726 ambulansı baz aldığımızda ise ambulans başına düşen toplam nüfusun 2002 yılında 17.821 olduğunu görüyoruz. (Belirtmemiz gerekir ki 112 Acil Servis hizmetlerinin ülke sathına yaygınlığı ve ücretsiz oluşu, bu alandaki nadir başarılardandır.)
Kişi başına düşen doktor sayısına gelirsek, dünya ölçeğinde Türkiye 42 ülke içinde 41'inci sırada. Avrupa Birliği ülkeleri arasında ise 100bin kişiye 187 doktor ile son sırada bulunuyor.
Türkiye’de 100 bin kişiye 283 yatak düşerken bu oran Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ortalama 504 olarak kayıtlı. 2002 yılında ise ülkemizde 100bin kişiye düşen yatak sayısı 246 idi. Yoğun bakım yatak sayısında ise, şu anda 100bin kişiye 46 yatakla Avrupa birincisiyiz. Peki bu çelişki nereden kaynaklanıyor? Özel sektörün, sağlık sisteminden (SGK’dan) daha fazla ücret ve ödenek alabilmesi bu yoğun bakım yataklarına bağlı.
2002 yılında devlet ve üniversitelerin elinde toplam 824 hastane bulurken özel sektör elinde 332 hastane bulunmakta. 2018 yılında ise devlet ve üniversite hastanesi sayısı %16 artışla 957 olurken, özel sektör bünyesine bu sürede 245 yeni hastane ekleyerek toplam 577 hastaneye ulaşmış görünmekte. Oran olarak özel sektör %74 gibi bir artışla devletten 4 kattan daha fazla bir hastane yatırımı gerçekleştirmiş oluyor.
Toplam sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı 1999 yılında %4.8’den 2009’da 5.8’a yükselmiş. Sonra her yıl azalarak 2018 yılında % 4.4’ e kadar düşmüş. Bu harcamada kamunun payı Türkiye’de (%78) çok fazladır. Kamu, SGK eliyle özel hastanelere kaynak aktarmakta, ama toplam olarak sağlığa ayrılan pay ise azalmaktadır. Sağlık alanı her geçen yıl daha fazla piyasalaşmaktadır.
Şehir Hastaneleri ise apayrı bir sorun.
Evet, iktidarımız her yerde bir destan yazıyor. Destanın başını ise istatistiklerle oynamak ve propaganda yöntemleri çekiyor. İktidar, genç nesli ve belleği zayıf yoksul halkı, kendilerinden önce Türkiye’nin bir taş devrinde yaşadığı imgesine inandırarak iktidarına rıza üretmek istiyor.
George Orwell bu yönteme “çift düşün” adını vermişti. 1984 romanında İktidar, istediği gerçekliği “tarihi değiştirerek” sağlıyor ve bunu Gerçek Bakanlığı eliyle yapıyordu.
İyi güzel de, “1984” distopik bir romandı.
Ya biz?
Biz de mi bir distopyada yaşıyoruz acaba?
*Yazıda geçen istatistikler TÜİK Sitesinden ve Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018’den alınmıştır.