Dün, uzunca bir süredir dillerde olan, “bu seçim, o seçim değil” cümlesine bakmıştık. Aslında 31 Mart seçiminin gerçekten artık rejim için bir meşruiyet sağlayacağını, bu nedenle de “bu seçim, o seçim değil” cümlesinin ilk defa bu kadar haklı hale geldiğini ancak geçmiş kullanımındaki hoyratlık nedeni ile içinin boşaldığını ifade etmiştim.
Gelin, bugün de, “bu seçim, o seçim değil” cümlesine muhatap olup da, her defasında hayal kırıklığı yaşayan, yorgun seçmene bakalım biraz da.
2017 referandumu, aslında Gezi eylemlerinin örgütlü haliydi. Türkiye tarihinde, belki de,  ilk defa bu düzeyde bütünleşmiş bir seçmen kitlesi oluşmuştu. Bu bütünleşmenin ardında da, referandum ile ete kemiğe bürünen rejim, daha da doğrusu Cumhuriyet kaygısı yatıyordu. Çünkü referandum ile karşı devrim kurumsallık kazanmaya başlayacaktı.
Referandumda, mühürsüz oyların sayılması sayesinde %50+1’i yakalayan rejimin, kendince, hukuksal temel kazanması, onun meşru olduğu anlamına gelmedi ve ülkenin yarısından fazlasında bu sistem meşruiyet kazanmadı. Karşı karşıya kalınan bu oldu bitti, rejime karşı toplumsal muhalefeti daha da hırslandırdı.
Sonrasındaki 2018’de yapılan ilk genel seçimde, muhalefet adayının “adam kazandı” diyerek yenilgiyi kabul etmesi üzerine yaşanan hayal kırıklığı, yorgunluğun birinci adımı odu.
Ardından gelen 2019 yerel seçimleri, bir tazelenme aşısı işlevi gördü ve bir anda bütün yorgunluk gitti, umutlar yeniden yeşerdi.
2021’den itibaren yaşananlar, Cumhurbaşkanlığı adaylık süreci, altılı masanın kurulması, dağılması, tekrar kurulması her ne kadar umutları örselese de, 2023 seçimlerine gidilirken bütün güçler yeniden toplandı ve muhalefet bir daha bütünleşik hale geldi. Ancak, gerek süreçte yapılan hatalar, gerekse seçimin hemen ertesinde bir kriz yönetiminin olmaması, insanların aklına yeniden 2019 seçimlerini getirdi ve ‘yine mi?’ umutsuzluğu katmerlendi. Evet, bu defa “adam kazandı” diyen yoktu. Ama bir şey söyleyen de yoktu. İnsanlar bir terk edilmişlik, yalnız bırakılmış hissine kapıldılar ve seçim öncesinde yok saydıkları yorgunluklarını daha da yoğun şekli ile yaşamaya başladılar.
14 – 28 Mayıs seçimlerinin ardından başta ana muhalefet partisi CHP ve diğerlerinde yaşanan olaylar, ağız dalaşları seçmeni iyice sandıktan uzaklaştırdı. Sonuç olarak yorgunluk ‘sandığa gitmeme’ eylemliliğine dönüşme haline geldi.
Bugün yapılan bütün araştırmalarda sandığa gitmeyeceğini, protesto oy kullanacağını söyleyen ciddi bir oran var. Aslında sandığa gitmeme ya da protesto oy kullanmak gibi son derece politik olan bu tavır, her ne kadar anlaşılır olsa da, rejimin aradığı meşruiyeti elde etmesine yardım eder hale geldi.
Sonuç olarak partiler, bu yorgun seçmeni ikna etmekte zorlanıyorlar. Çünkü, dün de belirttiğim gibi, “bu seçim, o seçim değil” söyleminin içini boşalttılar ve artık bu cümleyi kullanamıyorlar. 
Yorgun seçmenin artık tek bir dayanacağı güç kaldı. O da, kendi kişisel gücü ve rejime karşı kişisel direnişi. 
Ben bu direnişin, bütün yorgunluklara rağmen gerçekleştirileceğini düşünüyorum.
Seçim sonrasında muhalefet seçimden başarı ile çıkarsa, bu muhalefetin değil, seçmenin bireysel direnişinin başarısı olacaktır. 
Eğer 31 Mart akşamı, muhalefet partileri başarı sağlarsa, kendilerine rağmen bir kazanım elde etmiş olacaklar, ki seçimden sonra da en büyük sorunları bu başarı olacak. 
Çünkü yorgun seçmen, seçimin olmadığı 4 yıl boyunca artık muhalefeti sorgulayacak.