Her sanatçının da diğer insanlar gibi bir siyasi görüşü vardır ve onun ismini yaşatan şüphesiz eserleridir. Ancak sanatçı yaşamı boyunca bir siyasi yapının önde gelen bir temsilcisi olmadığı anda,
başka ülkeleri bilmem ama özellikle Türkiye’de unutulmaya mahkûmdur. Bu durumun örneklerinden biri de 21. yüzyıldan bakılıp da zor görülen hikâyeci Fahri Celal’dir.
Beşir Ayvazoğlu Fahri Celal için yazdığı bir yazısında bu durumu şu sözlerle dile getirmektedir. “Bizde şairler, yazarlar, fikir ve ilim adamları, çok başarılar kazanmış olsalar bile, eğer ideolojik kimlik
taşımıyorlarsa, birileri onların arkasına saklanarak kavga vermiyorsa, pek hatırlanmazlar. Onlar hakkında yazılan kitaplar da okunmaz. Fahri Celal Göktulga bunlardan biri. Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıları Hastanesi’ne yolu düşenler, muhtemelen onun bu hastanenin bahçesindeki büstünü görüyor, kim olduğunu pek merak etmeden ve tabii bir zamanlar burada yaşamış bazı delilerin onun hikâyelerinde hâlâ yaşadığını öğrenmeden geçip gidiyorlar.”
Dr. Fahri Celal, Türk hikâyeciliğinin önde gelen isimlerinden olduğu denli mesleğinde önemli başarılara imza atmış bir ruh hekimidir.
Fahri Celal hikâyelerinde, istisnalar hariç, hemen hepsinde İstanbul’u anlatmış bir yazarımızdır. Usta bir portre yazarı olarak hikâyeler dışında denemeleri ile Yenigün, Vakit, Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanan köşe yazılarıyla da kültür tarihimizde önemli bir yere sahiptir. Kitaplarına girmeyen bu yazılar kitaplaştırılmayı beklemektedir.
Atatürk, “Sanatçı alnında ışığı ilk hissedendir.” derken sanatçının, yaşadığı toplumun getirilerini, çok önceden bilebilen, geleceğe ışık tutan insan olduğunun altını çizmiştir.
Fahri Celal, 1955’de yayınlanan “Rüzgâr” adlı kitabında yer alan bir denemesinde İstanbul Belediyesi’nin 1950-1953 yılları arasında yapılan imar faaliyetlerinin tanıtıldığı albümden yola çıkarak yaşanmaya başlayan betonlaşmaya değinmektedir.
“Resmini yapsan olmuyor, fotoğrafını çeksen olmuyor, yani hoş olmuyor demek istiyorum. Hâlbuki tahta evlerin, aşı boyasının bile, ressam Ali Rıza Bey’in fırçasından çıkma bir hâli var. Eğri büğrü sokakların, havagazı fenerlerinin, yüksel, perişan bahçe duvarlarının meydana getirdiği o eski İstanbul’dan pek yakında eser kalmayacak. Ondan sonra Taksim’deki Talimhane Meydanı’ndaki şık apartmanların neresinin resmini yapmaya değer tarafı vardır, hangi köşe başını döndükten sonra olmayacak şeylerle bizi karşı karşıya bırakacak? Artık çitlembik ağaçlı kuytu bahçeli, mezarlıklı, mescitli sokaklar kalmadı.”
Yazarımız o günlerde Kandilli’deki Kont Ostrorog yalısının Kont’un oğlu tarafından aslına uygun restore ettirilmesinden yola çıkarak kültürel mirasımıza bizden vefakâr çıktığını söylemektedir.
“Topkapı semtinden Beyoğlu tarafına bakarsanız içinizi sıkıntı basacaktır, soğuk soğuk apartmanların çiy renklerini görerek. Hâlbuki ağaçlar dikilseydi, adım başına kuruyan çeşmelerde sular akıtılsaydı, türbeler tamir edilse, mezarlıklar satılmasaydı. (…) Yarınki İstanbul’a gelecek seyyahların arayacakları şey apartmanları görmek olmayacak, kendine mahsus havasını, rengini, evini, köşesini muhafaza etmeyi bilen bir İstanbul olacaktır.”
Fahri Celal geri gelip de bugün üzerine beton dökülen İstanbul’u görse neler yazardı acaba? Bizim gibi kentlerinin üstüne beton döken, tarım alanlarını imara açarak ekmeğinin de üstüne beton döken bir ülke olarak insanlık tarihinde toplu intihar fotoğrafı verdiğimizin ne yazık ki farkında değiliz. Hava fotoğraflarıyla kentlerimize baktınız mı hiç veya uçakla giderken kentlerimizi nasıl yeşilden mahrum bir moloz yığınına dönüştürdüğümüze dikkat ediyor musunuz?
Hoş bir nükteyle bitirelim yazımızı…
Yahya Kemal, sinirlerinin bozuk olduğu bir gün Dr. Fahri Celal Göktulga’yı görmek ister. Ancak doktorun Lamartin Caddesi’ndeki muayenehanesini bütün aramalarına rağmen bulamaz ve kan ter içinde Park Otel’e döner, telefona sarılarak irticalen söylediği şu dizeleri doktora okuyuverir.