Son beş gündür ülkede yaşananlar gösteriyor ki muhalefete linç anayasal bir haktır, barış istemek hapis nedeni. Ana Muhalefet Partisi lideri Kılıçdaroğlu’na cenaze töreni sırasında yapılan saldırı ve linç girişiminden sonra gözaltına alınan 9 kişi de serbest bırakıldı. Böyle olacağı pazartesi günü hâlâ İçişleri Bakan koltuğunda tutulan Soylu’nun yaptığı açıklamalardan belliydi. Olaya ilişkin herhangi bir organize hareket tespit edemediklerini söylerken aslında hem yargıya talimat veriyor hem de bu organizasyonun kendi bilgisi dahilinde gerçekleşti kuşkusunu yaratıyordu.
Cumhurbaşkanlığı makamı olayın ilk günü sessizliğini korurken ikinci gün Cumhurbaşkanı İletişim Başkanı Fahrettin Altun “Ülkemizde protesto Anayasal koruma altındadır” diyerek, Saray cenahından beklenmedik bir çıkış yapmıştır. Öyle ya, bu hak koruma altındaysa biz neden kullanamıyoruz? Önceki gün yapılan bu açıklamanın tam metnini gördüğünüzde aslında ne demek istediğini anlıyorsunuz. CHP liderine linç girişimi, Anayasal bir hak; onun dışında hükümete ya da Cumhur ittifakına yapılan protestolar ajanlık faaliyeti… Mesela iktidara destek veren biriyseniz, muhaliflere “Kanlarınızda duş alacağız” sözü düşünce özgürlüğü kapsamında kalabiliyor. Ama “Barış” derseniz terör örgütü propagandası yapmış oluyor, KHK’lı kılınıp işinizden atılabiliyorsunuz… TV’de “Çocuklar ölmesin” diyorsanız, Ayşe öğretmen gibi hapis cezası alıp cezaevine girebiliyorsunuz. “Yakın bu evi” demek, teröre karşı hassasiyet gösteren bir protesto biçimi olabiliyorken iktidarın iktisadi politikalarını eleştirdiğinizde, gece 3:30 da evinize yapılan baskınla gözaltına alınabiliyorsunuz. İktidarla işbirliği içinde kömür madeni yöneticisi iseniz, 301 madencinin ölümü nedeniyle, her ölen can için 6 gün hapis yatıp çıkabiliyorsunuz. Ancak ölen madencilerin yanındaysanız, hele de mahkemelerde hesap sormaya kalkan bir avukatsanız; 11 yıl 3ay ceza yer, Silivri’de tutulursunuz. Maalesef anlattıklarımız birer faraziye değil, ülkemizde birebir yaşanan gerçekler…
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı’nın açıklamaları sadece bu kısmıyla değil, diğer yönleriyle de ağır yanlar içeriyor. Şiddet ve linci meşrulaştırarak, HDP’yi PKK ile özdeş göstermek ve HDP üzerinden de CHP’ye verilen desteği “terörize etmek” gibi çok tehlikeli ve yanlış bakış açısını topluma aşılamakta ısrar ediyor. Böylelikle iktidarın aldığı seçim yenilgisinin faturası, Kürt oyları üzerinden CHP’ye çıkarılmak isteniyor. AKP, Kürt seçmenin oylarına talip olduğu ve aldığı zaman sorun yok, CHP aldığı zaman “terör destekçisi” olarak yaftalanıyor. Bu, rakibi şeytanlaştırmaya dönük bu politikalar, kısa vadede bizim gibi sosyo-ekonomik durumu zayıf ülkelerde işe yarayabilir. Yaradığını geçmişte, 7 Haziran-1 Kasım sürecinde yaşayarak gördük. Ancak bu politika, gerçekte ülkeye olan duygusal bağların zayıflamasına, tarafların birbirinden nefret etmesine, toplumsal fay hatlarının daha da incelmesine götürür. Devlet politikaları asla bunun üzerine kurulamaz. Kurulmamalıdır.
Ancak son gelişen olaylar, Cumhur ittifakının içinde derin kırıkların olduğunu ve bazı grupların AKP merkez iktidarından görece bağımsız hareket ettiğini göstermektedir. İstanbul seçimlerinin kaybedilmesi ardından yapılan spekülasyonlar, AKP içindeki sertlik yanlısı bir grubun varlığını ortaya koymuştur. CHP lideri Kılıçdaroğlu’na yapılan “kontrollü saldırı”nın arkasında ise provokatör bir milliyetçi grubun olduğu bellidir. Olayların ardından Devlet Bahçeli’nin ve Süleyman Soylu’nun yaptığı açıklamalar ve tüm zanlıların serbest bırakılması bu izlenimi güçlendirmektedir.
Şiddet ve provokasyonu siyasetin bir mesajlaşma aracı haline getirmek, acılı siyasi tarihimizden hiç ders alınmadığını gösterir.
Yeni Zelanda’da Müslümanlara yapılan terör saldırıları sonrası Başbakanlarının aldığı tavırla, bizdeki politikacıların tavırlarına baktığımızda, aramızdaki uygarlık mesafesinin giderek açıldığını görmemek, görüp de üzülmemek elde değil…

Tuncay KOÇ