Oruç Gazi İlkokulu’nda dördüncü sınıfı geçeceğimiz günler. Okullar kapanmak üzere… Öğretmenimiz Naciye Yazvuzer tahtaya dördüncü sınıfın ders kitaplarının listesini yazmış, peşine de Ragıp ve Nimet Çalapala’nın iki matematik problem kitabını eklemişti.
“Bunlar defterinize yazın” dedi, “Yaz tatilinde bu kitapları okuyacaksınız, bir de matematik problemlerini çözüp bir deftere yazacaksınız.”
Yaz tatilinde ders kitapları okumuş ama en çok tarih dersini sevmiştim. Bana okuma zevkini aşılayan babamın bir kitaplığı vardı. İşte o zaman dek pek dikkatimi çekmeyen Mufassal Osmanlı Tarihi’ne gözüm ilişti. Altı ciltlik bir dev…
Tarih kitabımda kısa anlatılan konuları o tarih denizinden adeta içerek okuyordum. Bu arada kitap okuma altyapımı da özetlemem gerekir.
İlkokul üçüncü sınıfa geçtiğim yaz bahçede oyun hayalleri kuruyordum. Karnemi almıştım ve babama göstermeyi beklerken babam elinde bir kitapla geldi. “Bu kitabı seveceksin” dedi, “Bir çocuğun hatıraları.”
Kitabın kapağına baktım. “Falaka ve Gecelerim… Ahmet Rasim…”
Kitap gerçekten de ilgimi çekmişti. Bir akşamüstü “Baba, kitap bitti” dediğinde beni elimden tutup kitaplığa götürdü.
Raflardan bir kitap çekti. “Bu Ömer Seyfettin, Türk hikâyesinin ustası… Bunu oku gerisi külliyat olarak burada. Sırayla okursun.”
Ömer Seyfettin külliyatını okurken babam akşamüstleri bana hangi kitapta olduğumu, sevdiğim hikâyeyi soruyor ve anlatmanı istiyordu. Bunun gizli bir denetleme olduğunu çok sonra fark ettim.
Ömer Seyfettinler bitince babama tekmil verdim. Yine elimden tuttu ve kitaplığa gittim. Raflardan bir kitap çekti ve “Bu Refik Halit Karay”, dedi, “Külliyatın gerisi burada sormana gerek yok, sırayla alır okursun.”
Reşat Ekrem Koçu’nın tek başına çıkardığı İstanbul Ansiklopedisi ise fasikül olarak yayınlanıyor ve cilt bittiğinde babam kapağını alıp onları cilt yaptırıyordu. Reşat Ekrem Koçu babamın liseden tarih öğretmeniymiş. Hikâyelerin arasında
İstanbul ansiklopedisinin ciltlerini karıştırıyor, ilgimi çeken maddeleri okuyordum. O dönemde bir de Hayat ansiklopedisi vardı bizim kitaplıkta.
Farkında mısınız babamın kitaplığı yerine “bizim kitaplık” demeye başladım.
Ve sonbahar geldi ve okullar açıldı. Okulun ilk günlerinde öğretmen yeni bir uygulama olarak dersleri bizim anlatacağımızı söyledi. Çok sevindim. Öğretmen ertesi gün hangi derste hangi konu işlenecekse bize söylüyor ve hazırlanmamızı istiyordu.
Tarih dersinin olduğu gün öğretmen, “Dersi kim anlatacak?” diye sorduğunda parmak kaldırdım ve dersi kitapta olmayan ayrıntılarıyla anlattım. Aferini alıp yerime oturdum.
Bir hafta sonra yine aynısı…
Üçüncü hafta tarih dersi geldiğinde yine parmak kaldırdım. Bu kez öğretmen kızdı, “Hep sen mi anlatacaksın? Bu defa başka biri anlatsın” dedi. Sınıfta parmak kaldıran olmayınca da kızdı ve bir öğrenciyi dersi anlatmak üzere tahtaya çağırdı. Tahtaya gelen çocuk derse hiç çalışamamıştı. Ardından bir başkasını çağırdı. O gelen daha da kötüydü. Sinirli bir sesle bana dönerek “Allah kahretsin, çık şu dersi anlat” dedi.
Bu durum benim kalabalıklar karşısında rahat konuşmamda ve kendimi geliştirmemde fırsat oldu.
Bahar gelmişti. Okulun dördüncü ve beşinci sınıflarını Rumelihisarı’na geziye götürüyorlardı. Bir Pazar günü otobüslere doluştuk. İki kişilik koltuklarda üç kişi oturuyorduk.