Son yirmi yılda kültür politikalarının çok da başarılı olduğundan dem vuranlar, sanata son dönemde yapılan “yatırımı” uzun uzadıya anlatıp, ortaya çıkan sonuçtan duydukları memnuniyetsizliği dile getiriyorlar. Soru açık: Bunca “çabaya”, “teşvik” ve “yönlendirmeye” rağmen arzulanan sonuca ulaşılamaması neyle izah edilebilir? Gelin, buna birlikte kafa yoralım…

Afyon Hizmeti

Sanatın devletin himayesine alınması fikri, M. Ö. 50’lerde Gaius Maecenas’a (Mesen) dayanır. Eski Yunan’da Aiskhylos’un tanrılara yönelttiği eleştiriyi ya da Sophokles’in özgür bireye yaptığı vurguyu boşa çıkarırcasına, on binleri devasa tiyatrolarda bir araya getiren Eski Roma yönetimlerinin amaçları sanatsal bir yaklaşım sergilemek değildir oysaki. Sonradan birçok epik dramada da tanık olduğumuz gibi, savaşçıların birbirleriyle veya yırtıcı hayvanlarla mücadelesinden medet uman siyasal erk, geniş kitlelere “afyon” hizmeti sunacak eğlenceler peşindedir. Belki de gerçek sanatın sokağa yaslanması ve doğasından kaynaklanan eleştirel tutumudur tehlikeli olan. Bir başka teze göre de Mesen gibiler hakikaten hayallerinin peşinden gitmişlerdir, her neyse… Panem et Circenes’ten (Ekmek ve Oyunlar) geriye kalan hiç de iç açıcı bir manzara olmamıştır: Hiçlik! Sisteme yedeklenen gösteri sanatları, Plautus’un militarizm eleştirisi barındıran kimi oyunları dışında tarihe pek bir şey bırakmaz.

Aydınlanmanın Miladında

Benzer bir durum Ortaçağ’da da karşımıza çıkar. Dizginleri ele alan Katolik Kilisesi, tiyatroyu politik amaçları doğrultusunda yönlendirerek tanrı merkezli bir sanat anlayışı ortaya koyar. Sonuç yine hüsrandır. Kamusal alandan dışlanan gezici oyuncuların yeni mekânı karnavallar olur. Gücünü bağımsız oluşundan alan ve sokaklara taşınan farsın etkileri Rönesans’ta daha iyi anlaşılacaktır. Yalnızca tiyatro mu? İkonanın sislerinden doğan Giotto ve ardılları da “başka türlü bir şey”in var olduğunu kanıtlamışlardır. Elbette burada bir paradoks hali de söz konusudur: Aydınlanma’nın bu parıltılı miladında, dönemin neredeyse tüm sanatçıları, kent devletlerinin yöneticilerinden yardım almışlardır. Elbette ortada, onların tahayyül ettiğinden çok daha farklı, devrimci bir öz vardır; ama bütün bunların en azından başlangıcında bey ve serf ilişkisini çağrıştıran bir şeyler de vardır; ancak bu başka bir yazının konusu olabilir…

Mephisto’ya Karşı Don Kişot!

Sanatın ilerici fikirler de barındıran yöneticiler eliyle himaye altına alınması ile devlet mekanizması tarafından tektipleştirilmesi aynı şeyler değildir kuşkusuz. El Greco’dan Caravaggio’ya, sistemin sınırlarını zorlayan isimlerin mevcudiyeti bunun kanıtı sayılabilir. Kilisenin tehdidi ile aristokrasinin şefkatli eli arasında bir yerlere konumlanan Michelangelo’nun “Yaratılış”ını bu eksende yorumlamak bu yüzden önemlidir. Manzara, Fransız Devrimi’ne doğru uzatıldığında ve “krala karşı burjuva” formülü devreye konulduğunda Daumier tabloları daha da anlam kazanır. Gelecek olan “yeni şey” yalnız değildir; bir ittifakın ürünüdür ve yollar bir biçimde kesişmiştir.

Modern toplumların uygarlaşma tarihinde başat unsur olan sanatın devletle macerası da kolay olmamıştır. Burada, meseleyi “teşvike” ve “parasal yardıma” indirgeyenlerin yanıldıkları nokta şudur: Kültür ve sanat, kimi zaman yeteneksizler ordusuyla, kimi zaman da “devşirme” yöntemlerle birikim oluşturabileceğiniz bir mecra değildir. Desteği “tablo satın almaya” indirgeyen burjuvazi de, “benimkinden başka ses istemem” diyen tek sesli erk korosu da bu yüzden kaybetmeye mahkûmdur. Kuşkusuz her dönemin bir Mephisto’su olacaktır; ama onların mevcudiyeti Don Kişot’un meşruiyetini gölgeleyemez!

Not: Bu yazıyı kaleme alırken aklıma sıklıkla Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nin eski ve yeni mekânları geldi. Hani âdettendir ya, “yorumsuz” (!) ibaresi eşliğinde bir nokta koymak anlamlı olur belki…