Eğitim hayatım, meslek hayatımın önemli bir kısmı Ankara’da geçti. Ankara demek aynı zamanda Cumhuriyet demektir. Cumhuriyetle kimlik bulmuş bir kenttir Ankara. Her köşesinde ayrı bir yönü ile solursunuz Ankara’yı...

Sonrasında Antalya’ya geldim. Kültürel ana rahmim olan Ankara’dan gelince doğal olarak afalladım, şaşırdım. Apaladığım bir dönem oldu. Sonra yavaş yavaş Antalya’yı tanımaya, anlamaya başladım. Tarihini öğrendikçe, kimliğine hakim olmaya başladıkça Antalya ile birbirimize ısınmaya başladık. Sonradan anladım ilk başlarda neden afalladığımı, neden şaşırdığımı. Antalya’da da Ankara’daki gibi Cumhuriyet’i aramış ama görememiştim. Oysa yanlış yerlere bakıyormuşum ve bu yüzden de Antalya’ya haksızlık ediyormuşum.

Dokuma Fabrikası örneğin. İşsizlik sorunun çözülmesi için 1955’te temeli atılmış, 1961 yılında da açılmış. Dokuma fabrikası açılmasının bir nedeni var. O zamanlar Serik, pamuk deposu. Beyaz altın, at arabalarında balya balya bu fabrikaya akıyor. Silahlı kuvvetlerin üniforma üretimi buradan sağlanmış. Mimari ve peyzaj olarak da Cumhuriyet’in ilk yıllarının anlayışını taşımış yıllarca.

Ya da Ferrokrom ve Karpit Fabrikası. Pek bilinmez ama bu fabrika, Türkiye’nin ilk ferrokrom ve karpit fabrikasıdır. Açıldığı yıl, 1957’dir. Diğer adı ile Antalya Elelktrometalurji Fabrikası. 1976’da Pil Fabrikası...

Karanlık sokak apayrı bir konu mesela. Karanlık Sokak neresi mi? Meşhur, Aksu Köy Enstitüsü. Bugün aynı yerde Aksu Fen Lisesi eğitimine devam ediyor. Kimbilir kaç öğretmen buradan heyecanla mezun olarak köylere gitti. Ben birisi ile tanışmıştım. Ramazan Aktaş. Nasıl da heyecanla anlatmıştı Köy Enstitü ve öğretmenlik anılarını.  

Daha Kuran-ı Kerim’in ilk Türkçe mealini yazan Elmalılı Hamdi Yazır ya da Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Başkanı Aksekili Rıfat Börekçi’ye gelmedik. Ya da İbradı’lı Dış İşleri Bakanımız, geçenlerde kaybettiğimiz Ali Bozer’e...

Antalya’da, aynı Türkiye gibi 1980’lerde ‘serbest piyasa’ sarmalına düşüp de nesi var nesi yok piyasaya kurban verince, birer birer bu kazanımlar elden gidiyor. Deniz, kum, güneş adı altında ‘bacasız sanayi’ turizme bütün kıyılar, ormanlar, tarihi yerler kurban edilmeye başlıyor. Kaybedilen her kıyı, kesilen her orman, açılan her taş ocağından sonra Antalya mahsun mahsun Cumhuriyete bakıyor. Tıpkı Türkiyem gibi.

Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’nda Aydın Ovası için,

“üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli aslan yeleli atlarıyla”

demişti.

Büyük ozan Antalya’yı görseydi, ne derdi kimbilir. İşte bu Antalya, Cumhuriyet ile gönenmiş, dünyanın en güzel şehri olmuştu. O günler, işçi, köylü kenti olan Antalya, bugün otel kapılarında iş bulmak için çırpınıyor.

Bu çırpınmanın ilacıdır Cumhuriyet. Tez zamanda Antalya’nın yeniden Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’in de Antalya’ya ihtiyacı var.

İkisi de ne çok yakışır birbirine…