Geleceğin şekillenmesi bugün yapılan eylemlere, bugünün şekillenmesi de geçmişte yapılan eylemlere bağlıdır. Yaşadığımız günlerde siyasal islamın iktidarı son 10 ya da 17 yılda oluşan bir durum değildir. Günah keçisi bulma kolaycılığına kapılmış bazı yorumcuların her şeyin suçunu 12 Eylül 2010 referandumuna bağlamasının da bu yüzden çok anlamı yoktur.

Hepimizin bildiği gibi 12 Eylül 1980 darbesi , özellikle sol düşünceye karşı yapılmış bir darbeydi. 1979 yılında Sovyetler’in Afganistan’a girmesi ve İran’ın yapılan İslam Devrimi ile ABD’den kopması, Türkiye’yi Batı ittifakı için kritik bir hale getiriyordu. Türkiye kesinlikle tekrar ABD’ye bağlanmalı, yolundan bir milim bile çıkmamalıydı. Bunu sağladıktan sonra da her daim kullanabildikleri siyasal islamı öne çıkartacaklar, Afganistan’da yaptıkları gibi “yeşil hat” projesiyle Sovyetler Birliği’ni de güneyden çevireceklerdi. ABD bu projeyi 12 Eylül darbesinden sonra adım adım uygularken her tür cemaat ve tarikatın da yolunu açıyor, Gülen Cemaatini doğrudan kullanıyordu.

1990 yılına geldiğimizde süreç hızlandı. 31 Ocak 1990’da Muammer Aksoy ve 4 Eylül 1990’da Turan Dursun silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Yine aynı yılın 6 Ekim’inde Bahriye Üçok evine yollanan paketli bomba sonucu öldürüldü. Turan Dursun geniş islami bilgi birikimiyle islam tarihine eleştirel bakıyor, İlahiyat Fakültesi Doçenti Bahriye Üçok da islam hayatında başörtüsünün zorunlu olmadığını savunuyordu. Bu suikastler sonucu artık doğrudan bu tür yayınlar yapılamayacak ya da önemi ölçüde azalacaktı.

20 Eylül 1992’de Kürt kökenli aydın Musa Anter ve ondan dört ay sonra da 24 Ocak 1993’te Türkiye’nin en önemli gazeteci yazarlarından Uğur Mumcu evinin önünde, arabasına konulan bombayla öldürüldü. Mumcu’nun ölümü Türkiye’nin laik kesiminin sabrını taşırmıştı, cenazesinde yüzbinler yürüdü… Siyasiler “failleri bulunacak” açıklaması yaptı ama her şey zamanın soğukluğuna yatırılmıştı. Gerçek katiller de tetikçiler de bulunmadı, tıpkı önceki cinayetler de olduğu gibi… Uğur Mumcu’nun üzerinde çalıştığı son kitap ve yazılar üzerinde duruldu. “PKK’nin kökenini araştırıyor” dendi, “Olaydan 15 gün önce İsrail Büyükelçiliği’ne gitmişti. Elçi ‘Korkmuyor musunuz’ demişti” dendi. İran üzerinde duruldu ve İran’a bağlı aşırı İslamcıların bu eylemi gerçekleştirdiği söylendi. Hepsi birer iddia olarak kaldı ve gerçek 26 yıl sonra bile ortaya çıkmadı. Ancak bugünden bakınca görüyoruz ki saydığımız aydınlar öldürülerek aslında ülkeye bir yön ve mesaj veriliyordu. Türkiye’de derin devlet yapılanması da dış istihbaratlar da nedense mesajlarını “ölü aydınlar” üzerinden vermeyi tercih ediyorlardı. Yalnız işin ilginci, bu aydınlar hep sol Kemalist ya da azınlık (Kürt, Ermeni, Alevi vb) kökenliydi.

İkibinli yıllarda da seyir çok değişmedi ama aydın suikastleri azaldı. Bu dönemde iki suikast çok önemlidir. Birincisi yine bir Ocak ayında 2007 yılında öldürülen Hrant Dink’dir. Dink suikastinin devlet tarafından önceden bilindiği ama önlem alınmadığı son yıllarda dava seyrinden anlaşılmıştır. Bu suikastle, o zaman devlet içinde yuvalanan FETÖ örgütü liberal aydınları iktidar yanına çekerek olayı “Ergenekon” yapılanmasına yıkmış ve ordu üzerinde yapılacak bir dizi operasyona zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan hem seçilen kişi hem siyasi hedefler açısından Dink suikasti Türkiye’nin dönüm noktalarından biri olmuştur.

İkinci suikast ise Diyarbakır Baro Başkanı iken 28 Kasım 2015 yılında kameralar önünde öldürülen Tahir Elçi’dir. Tahir Elçi’nin katil zanlılarına üç yıldan fazla süredir ulaşılmamış, ulaşılmak istenmemiştir. Tahir Elçi üzerinden verilen mesaj da bence açıktır. 2007 Hrant Dink suikastinin tersi bir siyasi mesajı vardır, derin devletin tekrar el değiştirdiğinin ilanıdır. O tarihten sonra da Sur ve Cizre’de operasyonlar başlamıştır.

Uğur Mumcu nezdinde siyasi suikaste kurban giden tüm insanlarımızı saygıyla anıyorum.