1980’li yılların ikinci yarısı.
Ortaokul, lise yıllarımız. Ankara’nın yoğun kültürel ortamının içindeyiz.
Hepimiz büyük bir öğrenme açlığı içerisindeyiz. ‘Öğrenme’ derken, sadece okuldan aldığımız bilgiler anlaşılmasın. Hatta okuldan al(a)madığımız bilgilerin peşinde koştuğumuz zamanlar. Bir yandan siyaset okumaları yapmaya çalışıyoruz, diğer yandan edebiyat denilen ummana ayağımızı sokmaya çalışıyoruz. Hepimiz kendi çapımızda birşeyler karalamaya çalışıyoruz.
İşte bu aşamada, diğer yazar ve şairlerin yanısıra Nazım Hikmet ile tanışıyoruz. Önce ‘Kuvvay-ı Milliye’, ardından ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’. Derken, o muhteşem, destansı ‘Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin’.
Sadece yazın değil tabi bilgi kaynağımız. Müzik de var yaşamımızda. Özellikle de Zülfü Livaneli. Livaneli ile Nazım, ‘Şeyh Bedrettin’de ikisi kesişiyor. Zülfü Livaneli Şeyh Bedrettin’i beste yapmış. Hepimizin dilinde var bu ezgiler. 
“Akdeniz yakası Aydın elleri
Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a
Cemalin görünce yürüdü dağlar
Taşlar gider bizim Dede Sultan’a”

Yıllar yılları kovalıyor ve hepimiz bu ezgiyi bu sözleri ile dillendiriyoruz.
Derken yolum Antalya’ya düşüyor. Evim, yuvam, yurdum oluyor. Bana aş veriyor, iş veriyor. Hal böyle olunca da insan, yurdunu yuvasını daha fazla öğrenmek istiyor. Yolum Elmalı’ya, Abdal Musa’ya düşüyor. Sadece kulağımda bir isim olan ‘Abdal Musa’yı daha bir merak ediyorum ve öğrenmeye çalışıyorum.
Karşıma bir türkü çıkıyor.
“Akdeniz yakası Aydın elleri,
Kuşlar gider bizim Abdal Musa’ya
Cemalin görünce yürüdü dağlar,
Taşlar gider bizim Abdal Musa’ya”

“Nasıl yani!” diyorum kendi kendime.
Bu türkü ‘Abdal Musa’ diyor. 
Ama Zülfü Livaneli ‘Dede Sultan’ diye öğretmemiş miydi bize bunu? Dede Sultan, Şeyh Bedrettin’in müridi, Börklüce Mustafa değil miydi?
Türkünün son kıtasında da Zülfü Livaneli, 
“Elim aydur dört kitaptan evveli
Şeyh oğlu Bedrettin Bektaş-ı Veli”

Diyordu.
Oysa dinlediğim türküde,
“Velim aydur dört kitaptan evveli
Pirim Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli”

Sözleri vardı. Livaneli, hem türkünün sözlerini yazan Aşık Veli’yi yok saymış, hem de Hacı Bektaş’ın yerine Şeyh Bedrettin’i koymuştu.
“Ne olur, ne olmaz” diye başka kaynaklara, türkünün bulabildiğim eski kayıtlarına baktım.
Karşımda apapçık ve bilinçli bir tarihi sapıtma vardı. 
İçimde, tarihimde kocaman bir kandırılmışlık hissi oluştu. Bu kandırılma olmasaydı, ben Abdal Musa’yı ilk gençlik dönemlerimde öğrenmiş olacaktım.
Livaneli’nin Abdal Musa’yı yok saymasına, Hacı Bektaş’ı, bir şarkı uğruna bu kadar büyük şekilde çarpıtmasına kayıtsız kalamadım. Bu coğrafyaya, bu coğrafyanın tarihine yapılan bu haksızlığı görmezden gelemedim.
Bir şeyler kırıldı içimde Zülfü Livaneli’ye karşı. Onarılmaz bir kırılma.