80’lerin ikinci yarısı. Dördüncü Rocky filminin korsan videokaseti piyasada; ama ulaşması zor. Nasıl yapsak, kimden edinsek? Gazi Lisesi’nin hınzır ekibi; Gökhan, Ati, Doğan toplaşıyor, fikir yürütüyoruz. “Bilse bilse Kubi bilir” diyor, yakalıyoruz okul çıkışında. Böyle zamanlarda sır küpü olur, biliyoruz. Filmi izlemiş, anlatmak için can atıyor; lâkin pek belli etmiyor. Öncesinde bir sınavdan geçmemiz gerek: Michael Cretu’nun “Samurai” şarkısı gündemde o sıralar. Kubi’nin tek kişilik dansına maruz kalacak, sonra da onlarda filmi izleyeceğiz!
Kek ve Gözyaşı
Soğuk Savaş’ın bitmesine sayılı günler var. Türkiye, 12 Eylül cenderesinden çıkmış, Özal ekonomisinin yarattığı “serbest piyasa” ikliminden geçiyor. 70’ler uzak bir hayal; kültürel iklim darmadağın. Cinsel içerikli boyalı gazeteler, erkek dergileri ve mahalle mescitleri altın çağını yaşıyor; doldurduğumuz kasetler bile “arap saçına” dönmüş. Daha önce de yazmıştım; A yüzü “Nikâh Masası” ile başlıyor, Lionel Richie’nin “Hello”suyla devam ediyor, Steve Wonder’la sona eriyor. Ümit Besen, Cengiz Kurtoğlu ya da Nejat Alp’in orgundan yükselen tınılar, Cyndi Lauper ve Laura Branigan’ınkine karışıyor. Bizim sinema can çekişirken, Adnan Kahveci’nin “majörler” kararıyla birlikte kapılar sonuna kadar aralanmış Hollywood’a. Artık her birimiz Ruslara karşı Maverick’in (“Top Gun”) jetindeyiz. Chuck Norris ya da Rambo, Vietnamlılarla hepimiz adına dövüşüyor.
Ve Rocky IV… Önceki filminde tek suçu Amerikan Rüyası’ndan pay kapmak olan Mr T.’yi pataklayarak alt sınıftan gelen tüm siyahîlere hak ettiği dersi veren (!) İtalyan Aygırı, bu kez kapitalizmin zaferi için giyiyor eldivenleri. Rakibi Ivan Drago. O ne heybetli adam! (Dolph Lundgren) Sovyetler tarafından ilaçlarla hormonlanırken, bizim Balboa için çarpan kalbimiz, Sibirya’da doğal yöntemlerle müsabakaya hazırlanırken daha hızlı atıyor. Apollo’yu öldüren Rus canavarına atılan her yumruğu, Kubi’nin evinde, Hatice teyzemizin kekleri ve zafer gözyaşları eşliğinde seyre dalıyoruz.
Nostaljinin Doruğunda
Aradan sanki yüzyıllar geçiyor. Bugün, benim o yaşımdan daha ileride olan oğlumla “Creed” serisinin üçüncü filmini izlemek üzere salondayız. Yapımda, Rocky’nin önce azılı rakibi, sonra da antrenörü olan Apollo’nun (Carl Weathers) oğlunun serüvenleri anlatılıyor. Tam bir nostalji filmi var karşımızda. İlk iki filmdeki Rocky (Sylvester Stallone) yok artık; ama ünlü Ivan Drago’nun oğluyla beraberiz. Kahramanın evinde 80’ler fırtınası esiyor. Hemen her sahnede, “bunu daha önce nerede izlemiştim?” duygusuna kapılıyorsunuz. Filmin kendisi de Rocky’nin üçüncü macerasının seyrini izliyor. Düşman, Mr. T. gibi sınıf atlamaya çalışan şanssız bir adam. Şablon, önceki filmde belli ölçülerde nefret objesine dönüşen T’den biraz daha farklı. Son olarak Ant Man’in yeni macerasında, Avengers evreninin tehdit unsuru olarak karşımıza çıkan Jonathan Mayors’ın performansından olsa gerek, Damian’la bir bağ kurabiliyorsunuz. Film sona erdiğinde, oğlum Deniz’e, “Şimdi ne suçu var ki bu adamın? Sorun, Adonis’i yenmek istemesi mi?” demekten kendimi alıkoyamadım.
Şaka bir yana, ilk gençlik yıllarımızda, 20. yüzyılın en önemli evrelerinden birinden geçtiğimizin farkında değildik. 80’ler gibi bir büyük altüst oluş çağında, bizler Bruce Lee filmleri ve atari salonlarında ter dökerken, gelecek kuşaklar adına, başrollerinde Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın olduğu hiç de masum olmayan bir tiyatro oynanıyordu. Buna rağmen gerek bir araya gelen gençlerin teker teker avlandığı korku filmleri, gerek Indiana Jones’un uzak ülkelerin tarihini yağmalaması ve gerek de Rocky’nin Üçüncü Dünya’ya salladığı yumruklar, “suçlu zevkler” olarak belleğimizde yer etti. Sonuçta klişelerden başka bir şey vaat etmeyen “Creed III”ü, bu nostalji kuşağından geçen herkes zevkle izleyebilir; ama hepsi bu kadar…