Hepimiz artık çelik kapı kilitlerini ya da kartlı kapı sistemlerini iyiden iyiye kanıksadık.
Oysa eskiden yaşamımızda kocaman, kare şeklinde ve kapının dışına kocaman kilitler olurdu. Bu kilitler, kendisi gibi kocaman döküm anahtarlarla açılırdı. Bir de üstlerinde bir kol bulunurdu. Bu kol da, kapının çerçevesine monte edilen bir dile geçer ve kapının açılmasını engellerdi. Kilidin yan tarafındaki kolu aşağı çekerek diğer tarafı kaldırır ve kapıyı öyle açardınız.
İşte bu kilitlerden birisi ile karşılaştım, bir köy kahvesinde. Artık iyice yıpranmış, rengi -pastan- kararmış, ama hala takılı olduğu kapıda işini yapmaya çalışan, emektar bir kapı kilidi.
Kilitleri ve geçirdikleri evrimi düşündüm. Bir zamanlar, insanların beline halkalarla taktıkları metal parçalar, şimdilerde iyiden iyiye küçüldü, yer yer elektronik karta dönüştü. Büyük, döküm kilitler ve bu kilitlerin anahtarları artık antika dükkanlarındaki yerlerini almaya hazırlanıyorlar. Desek yeridir.
Ama ‘kilit’ sözcüğünü düşündüğümüzde konu birden bire etnografik bir unsur olmaktan uzaklaşıyor.
Öyle ya.
Bugün örneğin.
Ülkemiz, oy dediğimiz bir anahtar ile cehennemin kapılarını kapatacak.
Ülkemiz, sandık dediğimiz bir anahtar ile baharın gelişini kutlayacak.
Ülkemiz, demokrasi dediğimiz bir anahtar ile toplumsal yaşamın tüm güzelliklerini yeniden yaşamaya başlayacak.
Ülkemiz bugün kimi yerde ‘sana söz’, kimi yerde ‘Türkiye tarih yazacak’ diyerek bugüne kadar ayağına vurulan pranganın kilidini açacak.
Özetle, kilit deyip geçmeyelim.
Bugün tarihin kilidi açılacak.