17 Nisan Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümüdür.
İkinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü, “Bugün köy mektebinde heceleyen bir Türk çocuğunda yarının kuvvetli devlet ışığını görmeyenler, cumhuriyetçi olamazlar.” sözleri ile ülke çapında eğitim ve kültür yönünden köyden başlamanın ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştir.
*
Köy enstitüleri, Cumhuriyet tarihimizin en önemli kuruluşlarından biridir. Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için yapılan reformlarda köy enstitülerinde uygulanan eğitim ve öğretim sistemi, milli eğitim programlarının temel taşlarından birini teşkil etmiştir.
*
Köyün kalkınmasında, köyde okuryazar oranının artırılması, tarım ve el sanatlarının geliştirilmesi yönünde köy enstitülerinde yetişen öğretmenlerin büyük katkısı olmuştur.
*
Köy enstitülerinden mezun olan yetenekli gençler, yalnız köyde öğretmenlik yapmakla kalmayıp, sanat, edebiyat, müzik ve daha birçok alanlarda daha yüksek okullara devam ederek, yüksek öğrenimlerini tamamlamışlar, orta öğretimde de eğitim seferberliğine büyük katkılarda bulunmuşlardır. Destansı işlere imza atmışlardır. Bu konuda çok sayıda örnek var. Hepsini yazma olanağımız yok. Bir iki örnekle bunları anımsayalım, kapatmakla neler kaybettiğimizi görelim.
Bunlardan biri Kastamonu Gölköy’de geçiyor.
*
1
DURUM TESBİTİ DEĞİL, ÇÖZÜM GEREK
Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü mezunu emekli müfettiş Ali Efe, enstitüde gördükleri eğitimin çözümcü farklılığını şöyle anlatıyor:
Ali Efe - Öğrenciliğimde yaşadığım bir olayı anlatarak, enstitülerdeki farklılığa ilişkin sorunuzu yanıtlayayım. Bir gün, usta öğretici benden bir merdiven istedi. 2 nolu binaya gittim, oradaki merdiven kullanılıyordu. Marangozhanedeki merdivenin iki basamağı eksikti. Diğer merdiveni bir öğrenci omzunda taşıyordu. Bellli ki bir yere götürüyordu. Son merdiven de müdürün evinde kullanılıyordu. Geri döndüm, durumu usta öğreticiye aynen açıkladım.
O da bana; “Ali, ben sana merdivenlerin yerlerini bana rapor et, demedim. Senden bir merdiven istedim. Ya meşgul olanlardan birini isteyip, getirecektin. Ya da eksik olan iki basamağı yapıp onu getirecektin. İsterseniz her şeye bir mazeret bulabilirsiniz. Önemli olan sorunu çözmektir. Ben çözüm istiyorum” dedi.
*
İşte bu söz, hayatımın prensibi oldu.
NOT: (Biz bugün ne yapıyoruz, evde çocuğumuzdan bir bardak su getirmesini istediğimizde, “Baba, kalk hem kendin iç, hem bana da bir bardak su getir” cevabını veren nesiller yetiştiriyoruz. Toplum, giderek daha çıkarcı, daha bozulmuş bir hale dönüşüyor. Bizler de yeterli eğitimi vermediğimiz için sadece seyrediyoruz. YAS)
*
Bir başka örneği de ilimizdeki enstitüden Aksu’dan verelim.
*
Aksu Köy Enstitüsü’nde pratik olarak uygulaması yapılan demircilik, marangozluk ve inşaat dersleri ile tarım alanlarında, meyvecilik, sebzecilik, bağcılık gibi tarımsal ürünlerin yetiştirilmesi konusunda uygulanan kuramsal ve uygulamalı eğitim sayesinde, mezun olduktan sonra, köyde rehber öğretmen olarak okulda öğrencisine, çevresindeki köylüye rehberlik yaparak, sanatsal, tarımsal ve kültürel yönden köyün kalkınmasına yardımcı olmuşlardır.
*
Aksu Köy Enstitüsü’nde bilhassa 1947–1952 yılları arasında uygulanan güçlü eğitim ve öğretim programı ile yetişen yetenekli gençler, mezun olduktan sonra yüksek okullara devam etmişlerdir.
*
Aksu Köy Enstitüsü’nde uygulanan sanat eğitimi (resim-iş, ağaç işleri, maden işleri, mukavva ve cilt işleri, yapı işleri) gibi uygulamalı dersler, yüksek okullarda sanat eğitimine devam eden öğrencilerin atölye çalışmalarında üstün başarılı olmalarını sağlamıştır. Bu sadeceAksu için bir ayrıcalıkdeğil, tüm köy enstitüleri için ortak özelliktir.
*
Aksu Köy Enstitüsü’nden mezun olan ve yüksek okulu bitiren yetenekli gençler, sanat, edebiyat ve ekonomi sahasında bu kültür meşalesini daha yukarılara taşıyarak, yurt içinde ve yurt dışında yüksek lisans yapmışlar, üniversitelerde öğretim üyesi olarak akademik kariyere sahip olmuşlardır. Aksu Köy Enstitüsü ’nün son mezunları olarak, bu kültür yuvasında kendilerini yetiştiren öğretmenlerine, yönetici ve eğitici kadrolara saygı duymuş, yaşamlarında onları örnek almışlardır. Kendileri de sonraki kuşaklara örnek olmuşlardır.
2
YETERKİ ELİNDEN TUTUN
Mustafa Üstün Aksu KöyEnstitüsü’nde yetişen, yeteneklerini kanıtlayıp Gazi Eğitim Enstitüsü’nün resim- iş bölümünde gelişen, pişen bir öğretmendir.
*
Başından geçenler ilginç.
1955 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümünden mezun olduktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nda çekilen kura ile Trabzon’un Çaykara ilçesine atanıyor.
*
Çaykara, sahilden otuz kilometre kadar içerde küçük bir ilçedir. İlçenin biraz yukarısında ilkokuldan kalma eski bir ortaokul vardır. İlçenin iki tarafında ormanlarla kaplı dağlardan gelen iki çay akmaktadır. Orta yerde ahşap evlerden oluşan küçük bir yerleşim alanı bulunmaktadır.
Çaykara, bir ilçeden daha çok, irice bir köy görünümündedir. O dönemde öyledir.
Mustafa Üstün bey, ilçenin yerlileri ile bir yerde oturup konuşurken, orada bulunanlar, “Ne hocası?” olduğunu sorarlar. “Resim hocası” olduğunu, ilçenin ortaokuluna atandığını söyler.
İlçe halkı, meraklı gözlerle Mustafa beye bakarak, “Resim yapmak günahtır daa! Resmin hocası da olir mi!” dediler. Aralarında gülüşürler, durumu anlamakta zorlanırlar.
*
Ortaokulda öğrenci mevcudu çok değildir. Ayrıca öğrencilerin bir kısmı da yetişkin öğrencilerdir. Çoğunluk erkektir. Bunların bazıları da evlidir. Okudaki kız öğrencilerin mevcudu azdır ve hemen hepsi memur çocuklarıdır.
*
Halkın büyük kısmı “Laz” olan bu yerleşim bölgesi, Karadeniz’e çok yakın olmasına rağmen, halkın cehaleti, taassubun büyük etkisi altında olduğu hemen anlaşılmaktadır.
*
Oldukça geri kalmış bu yörede resim öğretmeni olarak çalışmak ve başarılı olmak oldukça güç olduğundan, orada ancak bir ders yılı çalışmak fırsatı bulur. Kendini ve dersini enazından öğrencilerine sevdirmeyi başarır. Bir yılın ardından askerlik görevini yapmak üzere başvuruda bulunur ve ilçeden ayrılır.
*
Askerlik görevini tamamladıktan sonra zorunlu hizmeti olması nedeniyle ataması bu kez Ankara Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak yapılır.
*
Yetenekli bir öğretmendir. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayı ile zorunlu hizmet yükümlülüğü, Merkez Bankası’na devredilir ve 1959 yılı sonunda devlet darphanesi banknot matbaasında göreve başlar. Matbaadaki Alman uzmanlarla birlikte üç yıl süre ile çalışır. İşi öğrenir. Sonrasında Alman uzmanların yerine yetiştirilmek üzere yine Merkez Bankası tarafından Almanya’ya gönderilir. Bilgisini, görgüsünü artırması istenir.
*
1962 senesinde Almanya’da Stuttgart Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Grafik Sanatlar Bölümü giriş sınavlarını kazanarak oraya kabul edilir. O zaman 29 yaşındadır. Akademi ancak 30 yaşına kadar öğrenci kabul etmektedir. Sınıfta Türk öğrenci olarak yalnız Mustafa Üstün vardır.
*
Her zaman olduğu gibi sınıfındakiAlman öğrenciler de diğer Avrupalılar gibi Türklere tepeden bakmaktadırlar. Başlangıçta bundan Mustafa Üstün de doğal olarak nasibine düşeni alır.
*
Alman öğrenciler, “Bu Türk’ün burada ne işi var?” der gibi bakarlar ona. Aradan bir süre geçer. Yaptığı çalışmalar okuldaki profesörler ve öğretmenler tarafından beğenilmeye başlar, bu da Mustafa Üstün’ü mutlu eder.
*
Mustafa Üstün, Almanya’da öğrenim gördüğü akademiye ilk geldiğinde kendisine tepeden bakan Alman öğrenciler, sınıf arkadaşları, akademi biterken kuyruğa girip onun çalışmalarından, eskizlerinden birer örnek alabilmek için birbirleri ile yarışırlar adeta.
*
Mustafa Üstün, dört yıl Almanyada kaldıktan okula devam ettikten sonra 1966 senesinde akademiden “pekiyi” derece ile mezun olur.
*
Aksu’da aldığı temelin, Gazi’de pekiştirdiklerinin kendisini o noktalara taşıdığının farkındadır.
Banknot matbaasında çalıştığı dönemde bugün elimizde tuttuğunuz, cebimizde taşıdığımız kâğıt paraların en azından bir kısmının tasarım ve kalıp çalışmalarını yapar. Ulusuna hizmet eder.
*
Hazırladığı pullar, o dönemde PTT tarafından basılır. Hepimiz, yıllarca gönderdiğimiz mektuplarda onun çizdiği pulları kullandık.
Aralarında Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Askeri Yargıtay ve Kültür Bakanlığı gibi kurumların da bulunduğu pek çok devlet kuruluşunun amblem, rozet ve onur beratlarını hazırlayan da odur. 1997 de emekli olur. Birkaç yıl sonmrada arkasında güzel izler bırakarak aramızdan ayrılır.
*
Bugün durum ne derseniz, onun konumunda bir başka arkadaşımız, benim Gazi’den devre arkadaşım Şükrü Ertürk var. Paraların filigranlarını şimdi de o çiziyor.
*
O da çok güzel çalışmalara imza atarak 2003 yılında emekli oldu, ama sanat adına güzel işler yapmaya devam ediyor. Mustafa Üstün’e rahmet, Şükrü kardeşime de bu vesile ile sağlık ve mutluluk diliyorum.
3
ENSTİTÜLERDE AĞAÇ SEVGİSİ
Usta ressam-şair Bedri Rahmi, şiirsel anlatımıyla Anadolu’yu betimlerken, “Ey benim dev memelerinden cüceler emziren acayip memleketim” der.
Adı üstünde Anadolu, büyük memeleriyle ana tanrıça Kybele’nin anavatanı. Devleti yönetenler, enstitüleri kapatıp memleket çocuğunu adam gibi eğitimden mahrum edince, dev memeden cüceler emzirilmeye başladı. Ne yazık ki, Enstitüler sonrasında geldiğimiz nokta bugün budur.
Eğitim alanında da diğer alanlarda olduğu gibi sonunculuklara abone bir ülke. Yazık edilmiş, aydınlarına defalarca kıyılmış bir ülke.
Değerleri peşkeş çekilmiş, doğal kaynakları israf edilmiş, bir zamanlar İstanbul’dan Bağdat’a maymunların daldan dala geçerek gittikleri ormanları yok edilmiş, dünyanın en zengin ikinci oksijen kaynağı sayılan Kaz dağları maden ruhsatları verilerek yabancılara tahsis edilmiş, doğası, tarihi ve efsaneleri yokedilmiş bir ülkeye dönüşmüş.
*
Uzaydan çekilen fotoğraflarda özellikle Orta Anadolu’nun artık çöl göründüğü topraklar.
Öyle miydi önce buraları. Fatih, “ormanlarımdan dal kesenin kafasını keserim” derdi. Ulu önder Atatürk, tek bir iğde ağacını kesilmiş görünce ağlardı. Dalları bile kesilmesin diye Yalova’daki yazlık köşkünü raylar üzerinde de geriye doğru kaydırarak ağacı kesilmekten kurtaran oydu. Çankaya köşkündeki bir ağacı kesmeye çalışan bir görevliye engel olup, “Sen hiç hayatında bir ağaç diktin mi ki onu kesmeye kalkıyorsun?” diye kızan, kesilmeyi engelleyen oydu. Kendi parasıyla hiçbir şey yetişmez denilen kocaman bir arazi parçasını alıp orada adına devada bir orman oluşturan oydu. İnönüye dönüp, “ibadeti ağaç dikmek olan bir din var mı?” diye soran ağaç dikmeyi kutsayan, ululayan oydu.
Atalarının yolundan giden, enstitülüler de ağacı kutsal biliyor, yaşadıkları çevreyi ağaçlandırarak yola devam ediyorlardı.
Hemen her konuda olduğu gibi Tonguç bu konuda da önvcülük ediyor, telkinlerde bulunuyor, enstitüler için yerleşke seçimi yaparken, bozkırı yeşillendirmeyi ilke ediniyordu.
Zaten masa başı adamı değildi Tonguç, hiçbir zaman da olmadı. O her fırsatta enstitüleri gezer, değişiklikleri gözlemler, görevlileri yönlendirirdi. Enstitülerin kurulduğu alanların insan eliyle birer vahaya dönüşmesini ister, çalışmaları sıklıkla denetlerdi.
1946 senesinde genel müdürlük görevinden alınıp Ankara Atatürk lisesine öğretmen olarak verilmişti. Sonra sürgün edilip Kayseri’ye gönderilmişti.
*
Tonguç, yaşamı öğreten bir öğretmendi. Alan hesabı mı öğretilecek, çıkartır öğrencileri bahçeye, şekiller çizer, hesaplar yaptırır, bahçeye kaç ağaç dikileceğini sorardı. Aksu’da yetiştirilen ve kendisine gönderilen portakalları sever, iştahla yerdi.
*
60 askeri ihtilali olduğunda emekliydi. Yıllar sonra sağ kolu sayılan Sabahattin Eyuboğlu ve kardeşi Bedri Rahmi ile birlikte Hasanoğlan KöyEnstitüsü ziyaretine gittiğinde onun döneminde dikilen fidanların artık koca birer çam ağacına dönüştüğünü görmüş, sevinç gözyaşları dökmüştü. Tonguç öyleydi de emek verip yetiştirdiği öğrencileri öyle değil miydi?
*
Gönen Köy enstitüsünün ilk öğrencilerinden biri olan 88 numaralı İbrahim Sakarya (babam) o dönemde diktiği ağaçları teker teker tanır, her 17 Nisanda okuldaki kutlamalara katılır, diktiği ağaçlara hasretle sarılır, onlarla konuşur, dakikalarca hasret giderirdi. Tınaztepe yamaçlarındaki tüm çam ağaçlarının ve meyve ağaçlarının ve bağların enstitü döneminde öğrenciler ve öğretmenler eliyle dikilip, bakımlarının yapıldığını söyler, insanın dikili ağacı olmasının önemini anlatırdı bizlere.
Aksu’ya gelince, bugün enstitü yerleşkesinde bulunan pek çok ağaç sonraki dönemlerde kesilip odun edilse,yok edilse, gövdeleri başka işler de kullanılsa bile halen küçük bir koruluk şeklindedir.
*
Enstitü dönemindem kalan yapılar bu yeşil dokunun içine dağılmış durumdadır, lojmanlar, yatakhaneler, işlikler ve benzerleri ama kimler biliyor onların bir zamanlar Aksu’nun karşısındaki tepelerden küçücük birer çam fidanıyken toprağı ile birlikte ellerde kucaklarda ya da teskerelerde taşınıp bugünkü yerlerine dikildiğne. İnsan emeğinin nelere kadir olduğunu gösteren ağaçlar onlar şimdi.
47 Aksu mezunu Hüseyin Koç, Aksu’yu el birliği ile nasıl ağaçlandırdıklarını şöyle anlatıyor:
Bugün Aksu’da gördüğünüz o devasa ağaçlar, eğitim-öğretimin olmadığı tatil günlerinde bugünkü Soğucaksu kemerli köprüsüne varmadan önceki tepelerden kazıp bizlerin omuzlarında taşınan ya da tezkere ile iki kişinin taşıması ile şimdiki yerlerine götürülüp dikilen ve her fırsatta sulanıp bakımları yapılan ağaçlardır. Bu günün devasa çam ağaçları, o günlerin kökleri topraklı, toprakları çürük çuval bezleri ile sarılı gencecik çam fidanlarının büyümüş halleridir. Onları görünce, bir zamanlar ellerimizde taşıdığımıza inanamıyorum.”
*
Ya narenciyesi ile ünlü bahçeye ne demeli. Öğrencilerin tarım öğretmenleri eşliğinde dikip bakımını yaptıkları, çiçek açtığında kokladıkları, altında mandolin çaldıkları mevsiminde meyvelerini topladıkları, resimleriniyaptıkları, “gören gözün hakkı vardır” deyip yine mevsiminde yedikleri. Senelerce sonra onyedi nisanlarda ziyaret ettiklerinde duygulandıkları. Ya altında toplantılar düzenledikleri karaağaç. Hepsi köklü birer anı şimdi.
*
Başlangıçta bataklık konumundaki okul yerinin su çekmesi için halkın “gavur ağacı” diyerek adlandırdığı “ökaliptus”ağaçları dikildi çok sayıda.
*
Son noktayı bir Alman mühendis koydu.
Aksu Köy Enstitüsü’nü gezen bu Alman mühendis, Almanya’da bulunan bir arkadaşına bir mektup yazarak, okulla ilgili şunları söylemiştir:
“Burada bir okul gördüm. (Aksu Köy Enstitüsü’nü kastediyor.YAS) Çocuklar, ağaçları müzikle büyütüyorlar. Her fidanın altında bir iki öğrenci mandolin çalıyor, şarkı söylüyor. Ağaçlar da güzel güzel büyüyorlar.”
MÜZİKLE BÜYÜYEN AĞAÇLAR
Aksu’da bir okul gördüm dün,
kendi gözlerime kendim inanamadım.
Ağaçları müzikle büyütüyor,
ellerinde mandolinle enstitülü çocuklar.
Her fidanın altında bir iki kavruk çocuk
Şarkı söylüyorlar ağız mızıkası eşliğinde
Müzikle gölgesi büyüyor fidanların
Müzikle sulanıyor kökleri ağaçların
Fidanlar ulu birer ağaca dönüyor.
Aksu’da bir orman büyüyor
Müzikler şarkılar eşliğinde.
Cehalet kaçacak delik arıyor.
Anadolu bozkırında
Ortaçağ kapanıyor.
Öğrenciler sadece mandolin çalarak büyütmezlerdi ağaçları, Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları’nı okurlardı ağaç altlarında ezbere. Ağaçların dallarına su yürürdü. Ağaçlar yapraklanır, çiçeğe meyveye dururdu. Sevildiklerini bildiklerinden ağaçlar, gülümser, bire bin verirlerdi.
Okulun fidanlığında her öğrencinin mutlaka bir fidanı vardı. Bakımını yaptığı, büyüdüğünü gördüğü. Sevgisini paylaştığı. Ha sahi birsoru var aklımıza gelen. İbabeti ağaç dikmek olan bir din var mı? Her gün haince milyonlarca ağaç kesilip yok ediliyor ülkemizde. Müzik eşliğinde ağaç büyüten kaldımı?