KAMUSAL ALANIN İÇİ BOŞALTILDI (5)
Küreselleşme ile her alana sirayet eden neoliberal politikalar nedeniyle, ulusüstü şirketler ve sermaye çevreleri yararına kamusal alanların işlevleri ve kamusal hizmetlerin esas amaçlarının içi boşaltılarak tasfiye edilmiştir. Hatta bu konuda pervasızlık o dereceye varmıştır ki, ormanların, akarsuların, madenlerin özel çevrelere tahsis gerekçesi olarak kamu çıkarı gösterilmektedir.
Kamusal mekânların ve kamusal hizmetlerin ticarileşmesi, tüketimin teşvik edilmesi, ancak parası olanların yararlanabileceği kamusal düzenlemeler ile kamusal alanların işgali, kıyıların, ormanların, madenlerin, su kaynaklarının özelleştirilmesi, sermaye sahiplerinin kar beklentilerine göre yatırımlar yapılması,ve paraya dönüşebilecek her alanın ve her konunun piyasalaştırılmak istenmesi; hak ve özgürlük alanlarımızın daha da daralmasına, sınırlandırılmasına ve devletin her koşulda sermaye çevrelerinin çıkarlarını korur hale gelmesine neden oldu.
Bu durum devlet politikası halini aldı ve kamu kurumları buna göre yapılandırıldı. Bütün bu süreç kayıtsız şartsız sürdürülmesi, idari, yargısal, toplumsal herhangi bir engelle karşılaşılmaması amacıyla tek adam rejimine geçildi. Toplumsal rıza konusunda da Türkçülük/Dincilik ittifakına bel bağlandı.
Aynı şekilde yerel yönetimler de bu durum nedeniyle yapısal değişikliğe uğradı. Ancak tek adam yönetimi konusunda, toplumsal rızanın sağlanamadığı bu alanda kendini gösterdi. Cumhur ittifakı seçimleri kaybetti. Şimdi çoğunluk yerel yönetimler tek adam yönetime karşı ama stratejik alanlardaki kararlar, planlama, tahsis, ihale yetkileri merkezi yönetime aktarılarak içi daha da boşaltılmak isteniyor.
Hiç kuşku yok ki, devlet, doğrudan üretim, bölüşüm ve siyasal alana müdahale tekeline sahiptir. Devlet yapısının ve işleyişinin bir parçası olarak yerel yönetimler de bu müdahale alanı içinde yer almaktadır. Yerel yönetimlerin yapısal düzenlemelerinin, kullandığı yetkilerin içeriği ve sınırlarını belirleme tekeli merkezi yönetim aracılığı ile gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla ne merkezi, ne de yerel yönetimlerin sınıflar üstü, toplumsal ayrışmalar ve çatışmaların üzerinde tarafsız bir konuma sahip olduğunu savunmak mümkün değildir.
Zira, yerel yönetimlerin alt yapı, ulaşım, mekan örgütlenmesi, genel sağlık, değişim ve tüketimin sürdürülmesi gibi düzenlemelerinin ticarileştirilmesi, mal ve hizmetlerin kullanım değeri yerine değişim değeri esas alındığını ortaya koymaktadır. Buna ek olarak özel mülkiyete konu olmayan kamusal alanlar birer rant konusu haline getirilmektedir. Özel mülke konu alanlar ise planlama ilkelerine aykırı olarak ranttan daha fazla pay edinilmesine imkan tanınmaktadır. Böylece mülk sahipliği ile rant düşkünlüğü özdeş hale getirilmiştir. Ortak alanların ve kamusal hizmetlerin özel çevrelere tahsisi ve söz konusu tahsis ve ihalelerle kayırmanın, taraflara menfaat sağlamanın yerleşik hale geldiği artık sır değildir. Benzeri çıkar ilişkileri gibi sayılabilecek pek çok nedene dayalı olarak, hem merkezi yönetimler hem de yerel yönetimler, artık özel menfaat çevrelerinin sermaye birikim ve pazar edinme alanları haline getirilmiştir.
Öngörüsüzlük, plansızlık, donanımsızlık ve tedbirsizlik sonucu yaşanan, iklim krizinin etkisiyle daha da katlanan sel, taşkın, orman yangını felaketlerinin de bu çıkar çevreleri için ayrı bir nemalanma aracı olarak kullanılmak istenmesi de artık tek ölçütün kamu kaynaklarına bütünüyle çökme operasyonlarıyla karşı karşıya bırakıldığımızı ortaya koymaktadır.
Bütün bu yapılanma modelleri ve uygulamalar insan hakları hukukuna, uluslararası insan hakları bildirge ve sözleşmelerine, anayasal ve yasal düzenlemelere aykırıdır. Anayasada yer alan kişisel, sosyal, ekonomik, siyasal haklar küçük bir azınlığın ulaşabildiği ve keyfi bir şekilde kullanılan göstermelik haklar halini almıştır. Toplumun çok büyük bir çoğunluğu maddi desteğe muhtaç ve son derece kısıtlı koşullarda yaşamalarına neden olan bu model nedeniyle, yurttaşlar haklarından ya yeterince, ya da hiç yararlanamamaktadır.
Bu fiili durumdan nemalanmak üzere üretilen politikalarda yer alan yönetime katılma düzenlemeleri /kent konseyi – çeşitli STK ve meslek odaları ile yürütülen istişareler/ ise, tıpkı diğer haklarımız gibi göstermelik ve iktidarın işine geldiği ölçüde dikkate alınan ayrıntılardır. Öyle ki anayasal haklar olan dilekçe hakkı, bilgi edinme hakkı, ÇED toplantıları, yargısal süreçler idarenin keyfiyetine göre işlem gören düzenlemeler haline almıştır.
Bu olumsuz tablodan siyasi irade sorumludur elbette. Ancak merkezi veya yerel yönetim kurumlarının toplumu zapt- u rap altında tutmak isteyen bu zora dayalı düzenlemelerin ve uygulamaların parçaları oldukları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Bütün insani değerleri ezen, varlığını kendi dışındakilerinin haklarını yok sayarak sürdürmek isteyen iktidar anlayışının haklarımızı gasp ettiğini, kente ve yurttaşlara karşı suç işlendiğini, merkezi ve yerel yönetimlerin kamusal yükümlülüklerini yerine getirebilme özelliklerinin kalmadığı artık ayan beyan ortadadır.