“Seyyid Ali Abdal, Emir Seyyid’e
Üçü bir kardaştı ehl-i beyite”

Abdallık, bu coğrafyanın değil ama başka bir kardeş coğrafyanın bizim topraklarımıza mirasıdır. Biz onu ‘derviş’ ya da ‘dervişan’ diye de biliriz. Özünde yolculuk vardır abdallığın. Abdal yolculuk etmek zorundadır. Yolculuk etmek, kendini bulmak. Kendini bulmak için de önce kendisine, yani özüne yürür. Özüne yürüdükçe büyür, büyüdükçe yalnızlaşır. İşte bu yalnızlıktır abdalı ‘baş açık, yalın ayak’ yollara düşüren. Çünkü yalnızlığının dermanı yollardadır. Tozlu yollarına düşer de gelir, gelir de sorar: “bilmem kim silecek gözüm yaşını?” Yol aldıkça Abdal, bulur önce haldaşlarını, sonra yoldaşlarını. Artık yalnız değildir. Bu nedenledir ki, vara vara varıp ol kara taşa geldi mi, o zaman anlar Ehl-i Beyt’e kardaş olduğunu.
“Cümlemizi defterine kayıta
Başlar gider bizim Abdal Musa’ya”

Dedik ya, coğrafya tarihtir diye. Tarih de kayıttır. Bir ağaç dalında, bir su koyağında iz bırakmaktır. Ardında o bıraktığın izi birisi bulur ve senin mirasını yüklenir. Kimileri “toplumlar önlerine çözebilecekleri sorunları alır” der, kimisi de “Allah dağına göre kar verir” İkisi de aynıdır aslında. Tarihin sana yüklediği yükün, gücün yettiğincesini sırtlanır, sen de yol ereni olursun. İnsanlığın gittiği yolun bir durağı da sensindir artık. Evvel gidenlerden sana kalan mirası üstlenirsin. Üstlenir ken de sadece “evvel giden ahbaba selam olsun Erenler” dersin sadece. Başka bir cümlen yoktur. Çünkü başka bir cümleye ihtiyaç yoktur. Artık varlığın insanlık tarihinin, coğrafyanın bir parçasıdır. E, bu nokta erdiysen de, artık sende deftere yazılırsın. Artık sen de cümlemizi kaydeden deftere girersin.
İşte seni o deftere kayıt etmeye başlayandır Abdal Musa’
“Veli’m eydür dört dergahtan evveli
Pirim Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli
Hüseyin aşkına didemin seli
Çağlar gider bizim Abdal Musa’ya”

Geldik destanin en zor yerine; dört dergaha. ‘Yol’dur dört dergahın başı. Yol alamazsan diğer dergahlara, daha da önemlisi dördüncü dergaha yani menzile varamazsın. ‘Kural’dır ikinci dergah. Yol alıp da yürümeye başladın mı, yolun kurallarını öğrenmeye başlarsın. Eline, diline, beline hakim olmayı. Yetmiş iki millete bir nazar ile bakmayı. Sonra seni ‘kendini gerçekleştirme’ evresi bekler. Üçüncü dergahtır burası. Burada artık uğruna yola çıktığın, kurallarına boyun eğdiğin menzil için hazır olduğun yerdir. Artık benliğini aşmış, özde bir insan olmaya hazır hale gelmişsindir. En sonunda seni son dergah ‘gerçek’ bekler. Gerçek, gözü kör edecek kadar parlak, tenini kavuracak kadar yoğun bir ateştir. Bütün geçtiğin yollar, kör olmasın diye gözünü, kavrulmasın diye bedenini berkittiğin evrelerdir. Değil mi ki, bu evreleri geçtin. Artık sen de çırılçıplaksındır. Aynı gerçek gibi. Bu nedenden, ne gözün kör olur ne tenin kavrulur. Sen gerçek, gerçek de sensin.
İşte o gerçeğin adıdır Abdal Musa!

***

“Yazanlar Leyla’yı Mecnun kitabı
Sümmani’yi bir kenara yazmışlar.”

“Bilemem tecelli mi, yoksa ki kader” diye sorduktan sonra büyük üstad Sümmani Baba, kendisinin bir kenara yazıldığını söylüyor. Derdimiz de bu değil mi? Şu tarih denen ırmakta bir kenara yazılmak. Bir kenara yazılıp da, önce sonsuzluğa, oradan hiçliğe kavuşarak “en-el Hak” demek. İşte bu derttendir ki; destanın başına koyduğum, “can dostum Güven Coşkuner’in anısına” ithafını, destanın sonunda da Sümmani Baba’nın yanı başına, bir kenara yazarak kertmek, Güven için bir işaret bırakmak istedim. Kendisi ne derdi bilmiyorum ama artık Güven de o çok hak ettiği, ‘bir kenara yazılanlar’ kervanına dahil oldu. 
Ne mutlu, o kervanın yolcuları, Aşık Veysel, İlhan Selçuk, Fikret Otyam ve nicelerine. Şimdi yolları Güven ile birlikte daha şen…