I

Bizim musikimiz bir söz musikisidir. İster kırsal hayatın türkülerine bakınız, ister kentlerin müziği şarkılara. Kentler insanın sanat yolculuğunda klasiklerin oluşup göverdiği iklimler olup şüphesiz kökleri kırsalda olan bir söylemdir.

Sanatın kuralları ve kuramı, kentlerde belirlenmiştir. Kırsalda türkü yakan biri bunu kaç kaçlık biri ritimle ve hangi ses dizisiyle yazacağını hiç düşünmez, içinden geldiği gibi derdini, acısını, hüznünü, sevincini anlatır.

Örneğin Çorum’un eski sonbaharlarında yapılan her bağbozumunda pekmez kaynatmak bir gelenektir. Bu da bir kadın işidir. Bir de beyaz (ak) pekmez var. Pekmez kaynadıktan ve soğuduktan sonra yumurta akı ile çırpılarak elde edilene “ak pekmez” denilmektedir. Bu uzun ve yorucu uğraş esnasında kadınlar arasında mani söylemek de bu geleneğin bir parçasıdır. Mani söyleyen kadınlar, mani denen edebiyat formunun kaç hece olduğunu bilmezler, bilemezler. Ama çocukluktan başlayarak, hatta genlerinden gelen bir kayıtla ve yetenekle şüphesiz söylerler manilerini.

Kentler ise yukarıda da söylediğim gibi sanatın bir kurallar silsilesi olmaya başladığı yerlerdir.

Burada “kentlerin müziği” ifadem için bir parantez açmak istiyorum. 20. Yüzyılın başları Türk musikisinin kuramsal yapısının tartışılarak inşa edildiği bir dönemdir. Merkez de şüphesiz İstanbul’dur. Mehmet Güntekin bizim şarkılarımızın içinde İstanbul adı geçsin veya geçmesin hepsinin İstanbul şarkıları olduğunu söyler. Bu konuda acaba diyenler için musiki tarihimizde bestecilerin hayat hikâyelerine bakmalarını öneririm. İstanbul dışından kaç beste gelip de katılmıştır musikimize? Bu yapı zaman içinde ancak Cumhuriyetle birlikte aşılacak, İstanbul’a Ankara ve İzmir katılacaktır.

Bestecilerin doğum yerleri farklı iller olsa da yaşadıkları yerin İstanbul, Ankara, İzmir olduğunu görürüz.

Klasikler ve neo-klasiklerin sistematik olarak notaya alınmaları da aynı dönmemdedir. Sadece matbaa ile değil Türk toplumu, Osmanlı demeliyiz aslında, nota ile de geç tanışmıştır. Türk musikisinin alt başlıkları oluşturulurken dini musiki ve din dışı musiki tasniflerini kullanabiliriz. Kentlerin müziği için klasik (Kâr, I. Beste, II. Beste, Ağır semai, Yürük semai), neoklasik (şarkılar) ve çağdaş şarkılar tasnifini kullanabiliriz.

Beni daha öğrencilik yıllarımdan başlayarak (1970’li yıllar) rahatsız eden “Türk Sanat Müziği” ifadesi çok yaygın kullanılmasına karşın bence çok yanlış bir ifadedir. Çünkü paralelinde “Türk Halk Müziği” ifadesi gelmektedir ki bu ayrım halk müziği ile uğraşıp emek verenleri ziyadesiyle rahatsız etmektedir. İlk bakışta kentlerdeki müzik sanat da sanki kırsaldaki müzik sanat değilmiş gibi bir anlam çıkmaktadır.

Bir konu daha var. İstanbul’un kendi türküleri olsa da Osmanlı döneminde halk müziği ile ilişkisi Âşıklar kahvelerinde dinlenenlerle sınırlı kalmıştır. O dönemin toplumundaki iletişim zorluğunun da altını çizmeliyiz. Halk müziğinin önem ve değer kazanması Cumhuriyetten sonradır. Türkülerimizin derlenip notaya alınmasında Muzaffer Sarısözen’in çalışmalarını saygıyla anmamız gerekir. 1939 ve 1950’de iki Anadolu turu yaparak türkü derlemiş, notaya almış, böylece Ankara Radyosu’nda bir türkü arşivi oluşturulmuştur. Radyodaki “Yurttan Sesler” adlı halk müziği korosu ise türkülerin geniş bir halk kesimi tarafından tanınmasını sağlamıştır. Cumhuriyet öncesi Anadolu’da köyler arasındaki iletişim köprüsü ise gezgin âşıklardır.

II

Bizim musikimiz söz musikidir, dedim ya. İlk gençlik çağımda klasik bazı müziği dinlemek için radyoyu açtığımda kendimi vererek müzik dinleyemediğimi gördüm. Söz yoktu çünkü ve biz sözün peşine takılıp müziğin ritmiyle dinliyorduk şarkı ve türküleri. Klasik batı müziği dinlemek için bir çare bulmalıydım ve buldum sonunda. Bir kitap alıp radyonun klasik batı müziği kanalını açtım. Kitap okurken o müzik de bana paralel aktı gitti. Zaman içinde arkadaş grupları oluşturarak senfonik müzik konserlerine giderek bu eksiğimi giderdim. Sözsüz müzik dinlemek, düşünce yapısında soyutlama yapmakla doğru orantılı bir yaşam boyutudur. Bu soyutlama ve yorum boyutu, plastik sanatlar için de söz konusudur. Hatta bu açıyı edebiyat için de genişletirsek gökkuşağının renklerini tamamlarız diye düşünüyorum.

III

İşini iyi yapıp ustalaşmak salt mesleki okumalarla olmaz, olamaz. “Otur derslerine çalış” sözü, ülkemizde okuma oranlarındaki düşük yüzdenin tek sebebi olmasa da belirleyici etkenlerden biridir. İnsan ne iş yaparsa yapsın, o uğraş hayatın bir parçasıdır ve bir diğer deyişle insanlar içindir.

İnsana ve hayata bakışta açıyı biraz genişlettiğimizde her uğraş bir halkla ilişkilerdir. Bu bağlamda insanı ve hayatı anlamak için de sanata ve felsefeye ihtiyaç vardır.

Sanatın hangi türü olursa olsun, bizi hem kendimizle hem de toplum ve doğayla yüzleştirerek zenginleşmemizi sağlayan bir akıştır. Felsefeyi de bu ölçekte değerlendirmek gerekir. Bir yerde okumuştum, Japonya’da tıp fakültelerinde felsefe dersi olduğunu. Felsefi Sağaltım kitabıyla topluma geniş bir açı çizen Şahin Filiz’e selâm olsun.

IV

Ahmet Hamdi Tanpınar, hem “Huzur” adlı romanında, hem de “Yahya Kemal” adlı incelemesinde Yahya Kemal’in “Bizim romanlarımız şarkılarımızdır” sözünü aktarır.