Danıştay 10. Dairesinin 10 Temmuz tarihinde açıkladığı, 24/11/1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptal edilmesiyle, Ayasofya’nın camii olmasının önü açılmış oldu. Aynı gün yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararıyla, Ayasofya Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmiş bulunmaktadır. Danıştay bu kararıyla idare hukuku ilkelerinden bir kaçını tek hamleyle yıkmıştır. Danıştay 10. Dairesinin kararı hakkında eleştirilerimizi kısaltarak aktaralım.

Öncelikle Bakanlar Kurulu’nun iptalini isteyen derneğin menfaat yönünden incelenmesi gerekir. Ancak Danıştay’ın verdiği kararda bu yöne ilişkin hiçbir değerlendirme bulunmamaktadır. Muhtemel ki aynı derneğin 2008 yılında açtığı dava referans alındığı için ehliyetli olduğu varsayılmıştır. Davayı açan derneğin adı “Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği”dir. Dernek, Başbakanlığa başvurarak Ayasofya’nın ibadete açılmasını talep etmiş, o zaman ki Başbakanlık makamının talebi reddetmesi üzerine eldeki dava açılmıştır. Ancak, derneğin bu başvuruyu yaparken, menfaat ilişkisini nasıl kurduğunu, Bakanlar Kurulu Kararıyla ilişkilendirilebilecek başkaca bir işlem yapılıp yapılmadığını kararda göremiyoruz.

İdari davalarda temel problemlerden biri süre sorunudur. İdarenin istikrarı ilkesi nedeniyle dava açabilmek için belli süreler öngörülmüştür. 1934 Tarihli Bakanlar Kurulu Kararı, Ayasofya’ya ilişkin olarak alınmış birel (öznel) bir işlemdir. Bu tür işlemlerde dava açma süresi, kararın yayımlanmasından (ya da ilgilinin öğrenme tarihinden ) sonra 60 gündür.

Bazı yorumlarda ve mahkeme kararında bunun genel düzenleyici bir işlem olduğu saptaması geçiyor. Bu durumda davacı hakkında, Bakanlar Kurulu kararı dayanak alınarak yeni bir işlem tesis ediliyorsa davacının o işlemle beraber dayanak kararı da dava etme hakkı doğar. Olayımızda davacıya uygulanan böyle bir işlem ise mevcut değildir.

Dolayısıyla davada mahkemenin atıf yapmadan genel düzenleyici işlem olarak kabul ettiği ister İYUK 7/4 maddesi olsun, isterse bize göre uygulanması gereken İYUK 11. Maddesi olsun, her halükarda dava açma süresi geçmiştir.

Mahkemenin süreye ilişkin tek paragraflık gerekçesi doyurucu ve dosyaya uygun değildir. Buna karşın bundan sonra her Bakanlar Kurulu Kararına karşı idareye başvuru yaparak red cevabından sonra 60 gün içinde dava açabilmenin yolunu Danıştay bu kararla açmıştır.

Anılan davacı dernek, aynı konuda daha önce de başvuru yapmış ve 2008 yılında bir dava açmıştır. Danıştay bu davayı süre aşımından red etmiş, temyiz incelemesinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 2012 yılında esasa girerek farklı bir gerekçeyle red kararı vermiştir. Bu karar 2015 yılında kesinleşmiştir. Kesinleşmiş hüküm olmasına rağmen aynı Dernek 2016 da idareye yeni bir başvuru yaparak davayı tekrar canlandırma yoluna gitmiştir. Oysa genel hukuk kurallarına göre ortada kesin bir hüküm var ise aynı konuda yeni dava açılamaz.(HMK 303) Bu hükümde ihlal edilmiştir. Mahkeme Gerekçesinde davacının başvurusunda değerlendirilmeyen nedenler olduğu belirtilmekle bunun yeni bir başvuru olduğu bu nedenle esasa girilerek sonuca varılması gerektiği ile esas incelemesine geçilmiştir.

Davacının başvurusunda, ilgili Bakanlar Kurulu Kararında Mustafa Kemal’in imzasının sahte olduğu, bazı Bakanların o tarihte Ankara’da değil iken kararda imzalarının bulunduğu belirtiliyor. Ancak, mahkeme bu iddiaları dayanak almıyor ve gerekçesinde de bu konulara girmiyor. Önceki başvuruyla yeni başvuru arasındaki farkları kararda net olarak göremiyoruz.

Esas incelemesine geçildiğinde ise daha önce DİDK’nın verdiği Kariye Müzesi kararı referans alınmıştır. Bu kararda 1945 tarihli Bakanlar Kurulu Kararının iptali ile 2019 yılında sonuçlanmış ve Kariye Müzesinin Camiye çevrilmesinin yolu açılmıştır. Gerekçesinde Medeni Kanun ve Vakıflar Kanununa atıf var. Ancak o tarihte Vakıflar Kanunu henüz yürürlükte değil . Mahkeme, yorumunda Vakfedenin amacını her şeyden üstün tutmaktadır. Şu saptama olsaydı bu yorum belki doğru olabilirdi. 1934 tarihinde Ebulfetih Fatih Sultan Mehmet Vakfı hayatta olsaydı ve Bakanlar Kurulu Kararı Ayasofya’yı vakfın elinden alsaydı bir hak kaybı olduğu aşikar olacaktı. Mahkeme kararında, vakfın var olduğuna dair hiçbir belirlenim yok. Bu durumda da Vakıflar Kanunu henüz yürürlükte olmadığından, boşluk var. Boşluk, Osmanlı’dan gelen vakfın durumunda Bakanlar Kurulu iradesiyle değil, Osmanlı hukukuna göre vakıf iradesinin üstün tutulmasıyla çözülmüş. Ancak bu durumda bile davacı Vakıflar Genel Müdürlüğü olmalı idi, bir dernek değil.

Sonuç; 86 yıl sonra Bakanlar Kurulu Kararı, mahkeme eliyle iptal edilebiliyor ve hukuk dünyasında onulmaz yaralar açıyor.

Hukuk, iktidar tarafından kesin olarak rafa kaldırılmıştır.