Altın Portakal sadece bir film festivali olmamıştır hiçbir zaman. Bu organizasyon, Türkiye’nin yarım asrı aşkın zaman boyunca sevinçlerine, hayal kırıklıklarına, düşüp yeniden ayağa kalkma çabaslarına tanıklık etmiştir. İnsanımızın en derin karamsarlığı da, bir şeyleri değiştirme arzusu da vardır o tarihin içinde. Halit Refiğ, daha ilk festivalde, iç göçün sonuçlarını ele alan “Gurbet Kuşları”nda, toplumcu gerçekçi bir sinemanın önemli adımlarından birini Antalya’da geniş kesimlere duyurmuştur. “Karanlıkta Uyananlar”da silkinen, üzerinden ölü toprağını atmaya çalışan emekçilerde bizden bir parça vardır. “Haremde Dört Kadın”ın gösterimi sırasında, sinemayı basan gruplar, “şanlı ecdadımıza küfür edilemez” diye yeri göğü inletirken, benzer bir tablonun yıllar sonra da yaşandığını anımsarız hemen. Bir bellektir Altın Portakal. Muhafazakâr kamuoyunun ismini çok yakından tanıdığı Ayşe Şasa’nın senaristleri arasında yer aldığı “Toprağın Kanı”, jüride yer alan bir Amerikalı tarafından protesto edilmiş ve iddialara göre sonuçların açıklanmasından hemen önce birincilik ödülü alması engellenmiştir. Film, Batman’daki bir petrol rafinerisinde yaşanan olayları konu alır ve ABD ile ilişkilerin sorgulanmasına dönüşür. Bir festivalin, 60’ların özgürlük ortamında yurtsever ve antiemperyalist bir bakışın platformu olması az şey midir? Sayısız film ve yönetmenin damgasını vurduğu bu şenlik, ilk gününden bu yana sosyal, siyasal ve ekonomik bir dışavurum alanı olmuştur. Bir dönemde sokaklarında kentlisi ve sanatçısı birlikte resimler yapmıştır. O tablolarda bir parçası bulunan da bizdendir, 12 Eylül karanlığında, bizzat Evren’in talimatıyla yok edilmelerine alkış tutan da! 1975 yılında, Aspendos’ta, Yılmaz Güney’e karşı bir eylem gerçekleştirmek üzere sahneyi taş yağmuruna tutan da bu ülkenin sosyal dokusundan izler taşır, bir yıl sonra “Maden” filmine selam duran da! 12 Eylül sonrasının festivallerini hatırlayın. Uykudadır herkes, coşkulu meydanların yerini ıssızlık almış, kahkahalar fısıltıya dönüşmüştür. “Bereketli Topraklar Üzerinde”den “Faize Hücum”a, “Ses”ten “Sen Türkülerini Söyle”ye, bugün herkesin karşı olduğunu iddia ettiği darbelere en onurlu karşı koyuş yedinci sanat cephesinden gelmiştir. Uyumamıştır çoğu sinemacımız; çünkü sanat susarsa her şey susar! Örnekler çoğaltılabilir; ama muhafazakâr kesimlerin çoğu zaman olduğu gibi sessizlik veya kabullenmeyle karşılayacağı son karara gelmeden, onlara 1992’yi hatırlatmak gerekir. Bu dönemde kendilerini Beyaz Sinemacılar olarak adlandıran yönetmenlerin de platformu olmuştur bu şenlik. O yapımlar ödüle ulaşamasa da, örneğin Abduurahman Şen’e, bir basın toplantısında “Festivalde ödül alan filmler, ailecek, rahatça izlenebilecek filmler değildir. Yakın tarihimizi irdeleyen filmler göz ardı edilerek, toplumun çok küçük, marjinal bir kesimine hitap eden ‘pürtelaş sokağa’ yönelik filmler ödüllendiriliyor” sözlerini söyletebilmiştir. Evet, birbirine temas etmesi kolay olmayan pek çok kesimin sesi olmayı başarmıştır; demokrattır Altın Portakal! Bütün bu kültürel ve tarihsel gerçeklik ortada dururken, Ulusal Yarışma’nın yok edilmesi ne anlama gelmektedir, kime hangi yararı sağlamaktadır peki? Mevcut yapıyı “muhafaza etmesi” beklenen kesimleri, direksiyonunda “liberal” bakışa sahip olduğunu iddia eden kimselerle buluşturan nedir? Yanıtı bir çırpıda verilebilecek sorular değildir bunlar ve elbette belli bir sürece dayanmaktadır. Dört yıl kadar önce patlayan sansür skandalının ardından Kısa ve Belgesel Yarışma kategorilerinin, akla zarar “sanatsal” gerekçelerle (!) festivalin dışına itilmesi, Eser İşletme Belgesi’nin sinemacılar adına Demokles’in Kılıcı’na dönüştürülmesi, sermaye diliyle dahi bir “marka değeri” olan Altın Portakal isminin değiştirilmesi, bu sürece giden yolda önemli yapıtaşları olmuştur. Bunlara, yıllardan bu yana sisteme ekonomik olarak yedeklenmeyi tercih eden kimi sinemacıların, Forum gibi temel hedefi “kendi mahallesinin sinemacısını yetiştirme” olan kurumlara tepkisiz kalması hatta ondan medet ummasını da ekleyebiliriz. “Yalnız ve güzel ülkenin” ödüllü filmlerindeki karakterlerin, bütün bu olup bitene rağmen önce susmaları, sonra da anlamsızca konuşmaları boşuna değildir anlayacağınız… İşin, şu sıralar çokça parlatılan “uluslararası festival” boyutu ise her seferinde bir ilkmiş gibi yansıtılmaktadır kamuoyuna. Oysa tohumları 70’lerde atılan ve özellikle 2005-2008 yılları arasında, çok büyük bütçelerle düzenlenen Avrasya adlı uluslararası yarışma, Antalya’yı “parası verilenin getirildiği” bir cennete dönüştürmüştür. Misafirleri arasında; Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Helen Mirren, Paul Verhoeven, Sophie Marceau, Christopher Lambert, Nicolas Roeg, Miranda Richardson, Michael York, Adrien Brody, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Bo Derek, Jacqueline Bisset, Woody Harrelson, Michael Madsen, Marisa Tomei, Matthew Modine, Peter O’Toole, James Cromwell, David Carradine, Norman Jewison, Leo Carax, Cafer Panahi, Samira Makhmalbaf ve Kim Ki Duk’un da bulunduğu bu dönemin uluslararası yarışmasını kazananları hatırlayanların sayısı ise yok denecek kadar azdır! Bakalım bir büyük kültürel miras daha yok edilmeye çalışılırken, sinemacılarımız, bu topraklardan onurlarıyla gelip geçen Akad’ların, Refiğ, Erksan ve Güney’lerin mirasına sahip çıkabilecekler ve tarihe sahip çıkabilecekler mi?