Bahar yorgunluğu… Televizyondan, gazetelerden, sosyal medyadan kaçma isteği… Yüksek sesle konuşanlardan, kadının geleceğini belirlemeye çalışan erkekler korosundan, ucu bucağı görünmeyen vaatlerden; kiminle, nasıl uzlaştığına ya da birbirleriyle neden uzlaşamadıklarına akıl sır ermeyen politikacılardan… Evet, her şeyden kaçma isteği…

Hayalden Distopyaya

Öğrenilmiş çaresizlikten midir bu yorgunluk, ütopyanın distopyaya evrilmesinden mi nicedir, bilinmez; ama en naif haliyle “dünyayı sanat kurtaracak” diye haykırmak ve kaçmak arzusu. Baksanıza, sayısız temenni ve geleceğe dair öngörünün hemen hiçbir noktasında kültür ve sanattan dem vuran yok. Dejenerasyondan söz etmek, yaşanan gelişmeleri cehalete bağlamak en kolayı. Peki, bu atmosferi değiştirmek için neler yapılacak? Sözgelimi Devlet Güzel Sanatlar Galerileri nasıl işlevsel kılınacak? Devlet tiyatroları gerçek bir özerkliğe ne zaman kavuşacak? TRT, Kültür Bakanlığı vb. kurumlar ne zaman gerçek sanatçıların yanında yer alacak? KDV indirimine rağmen artışı durmayan kitaplar, alım gücü zaten çok düşük olan kitlelerle nasıl buluşacak?

Bu satırları okurken, yanıtı kolay olmayan sorulara kafa yormak yerine, “Sırası mı şimdi bunların! Biz nelerle uğraşıyoruz, sen neler söylüyorsun?” diyenlerin ezici bir çoğunluğa sahip olduğunun farkındayım. Böylesi durumlarda, o meşhur, “Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?” sorusunun gerçek olmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

21. yüzyıl insanı, kaybettiği onca değerin dışında macera yaşama arzusunu da kaybetti. Ekonomik yoksunluklar hayal gücümüze ket vurdu. Daha da önemlisi, totalitarizme eklemlenmek ve karşı koymak arasında sürüp giden kısacık hayatlarımız, “yaşama sevinci” denen şeyin ne olduğunu da unutturdu. Yaşanan her başarısız deneyim, önceki hayatlara duyulan özlemi pekiştirdi ve geriye, sömürüye son derece açık olan içi boş bir nostalji duygusu bıraktı.

Umutla Susku Arasında

İnsanlık tarihinin kanatlandığı her dönemde sanatın rolü vardır. Raphaello’nun “Atina Okulu”nda Aristo’nun yaptığı işaret, insanlığın ortak eli olmuştur. Marat suikasta uğradığında ölen bütün bir devrim kuşağı değil midir? Rodrigo’nun gitarından yayılan notalar hepimizi ipe götürmez mi, Goya’nın “Colossus”u bizleri de yok etmeye çalışmadı mı? Lennon’un hayal ettiği şey bizim içindi aynı zamanda; tıpkı Muhammed Ali’nin “Ben” ile başlayıp “Biz” ile sona erdirdiği dünyanın en kısa konuşması da…

Uzun sözün kısası, “Bu defa olacak, galiba başaracağız” ile “Olmadı, hayallerimize bir süre daha kilit vurmak zorundayız” duygusu arasında bir yerlerde gezinip duruyor; umutlanıyor, susuyor, kanıyor ve daha da acısı yaşadığımızı sanıyoruz. Gündeliğin peşine takılan bedenlerimiz daha çabuk yoruluyor; hayali ana indirgiyor, özlemini duyduğumuz değişime çok büyük bir anlam atfediyor; olası bir olumsuzlukta hızla savruluyoruz.

Geçenlerde bir öğrencim, dünyaya damgasını vuran onlarca sanat akımının ardından kültür dünyasının içine girdiği derin sessizliğin nedenlerini sormuştu. Lafı biraz geveleyip yuvarlak sözcüklerle savuşturmaya çalıştım tehlikeyi. Muhtemelen genç ve dinamik bir zihni, umutsuzluğun bulanık sularına ve “Böylesi bir iklimde…” diye başlayan o malum cümleyi kullanmak istemedim.

Dedim ya, her şeyden kaçma isteği diye. Bu yorgunluğun bahardan mı, hayattan mı olduğunu yakında öğreneceğiz.