1927 ve 1928 yılları, sessiz sinemanın son başyapıtlarının ardı ardına gösterime girdiği bir dönem olarak hatırlanır. Sözgelimi Fransa’da Rene Clair’in İtalyan Hasır Şapkası (Un Chapeau de Patille d’Italie), bir dizi kaçıp kovalamacının ardında taşıdığı aristokrasi eleştirisiyle modern güldürünün eleştirel niteliğini gözler önüne serer. Sovyet Devrimi’nin 10. yılı anısına çekilen Ekim (Oktiabre), Eisenstein’ın Potemkin’le ulaştığı biçimsel ustalığı bir adım daha ileriye taşımaktadır. Abel Gance’ın Napoleon’u, sessiz sinemanın ulaştığı doruk noktalarından birini betimler; tıpkı avangart cephede yer alan Bunuel’in Salvador Dali ile işbirliğinden doğan Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) ve Dreyer’in unutulmaz Jeanne d’Arc’ı gibi… Halkaya eklenen Pabst imzalı Pandora’nın Kutusu (Die Büchse der Pandora) ve Devrim Sineması’nın bir başka büyük ustası Dovzhenko’nun Arsenal’i, 20’lerin canlılığını kanıtlar niteliktedir. Olasılıkla benzerine yalnızca 60’lardaki Yeni Dalga ve Antonioni’lerin çıkışı ile tanık olabileceğimiz ölçüde, sinema Hollywood’un etrafında dönmemektedir o yıllarda!

Sinemanın Mabedi

Elbette bu girizgâh, Edison’un Kinetoscope için çektiği, William Heise’nin The Kiss’inden itibaren sinemada bir dizi önemli devrimi gerçekleştiren Amerikan sinemasının küçümsenmesi gibi bir anlam taşımaz. Portföyünde Büyük Tren Soygunu gibi yedinci sanatı geniş kitlelerle buluşturan önemli filmler bulunduran bir sinemadır bu. Griffith’in erken dönem klasikleri; Cecil B. De Mille’in Aldatış’ı; bütün bir komedi tarihinin üç büyükleri; Chaplin, Keaton ve Lloyd’un gövde gösterileri, Hollywood’a Yaşlı Kıta’dan gelen yönetmenlerin; Muranau’nun, Lubitsch’in, Stroheim’ın kalp atışları vs.

İşte bütün bu karmaşık, ama bir o kadar da renkli atmosferin ortasında bir yerlerde, Oscar’ın öyküsü başlamış olur. Aslında söz konusu olan Almanların UFA’da, Sovyetler’in devlet katında yapmaya çalıştığı “sektörleşme” denilen şeyin kurumsal ölçüde hayata geçirilmesidir. Rengârenk bir dünyadır bu; stüdyoları, renkli oyuncuları, fetih öyküleri, müzikalleri, hatta “Kızılderili” ve gangsterleriyle. Kitlesel bir eğlence aracının ekonomi-politiğiyle milyonların hücresine nüfuz etmesidir.

Eğlence Aracı ve İdeoloji

Güven tazelemek, sistemin gayret eden insanın yüzüne (hemen olmasa da!) bir gün, bir yerde mutlaka güleceği duygusunu pekiştirmek, ABD’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından yürürlüğe koyduğu rüyanın özeti gibidir. Her kriz anında ya da varlığının sorgulanır, politikalarının eleştirilir hale gelmesinin hemen ardından gündeme gelen bu anlayış, sanat camiasının en popüler unsurlarından olan sinemayla mutlak bir mutabakatla sonuçlanmaktadır.

Kuşkusuz popüler sinemanın kimi dönemlerinde yedinci sanatın çağa tanıklık eden ve sorgulayan kimliğine yaraşır kimlikte ürünler ortaya konmuştur; ama bu ürünleri bizzat kendi eliyle soframıza sunan ve ne denli demokrat olduğunu “gözümüze sokan” da yine aynı sistemdir. Marx’ın deyişiyle “kapitalizm kendi idamı için olsa bile ip satar; ama ipin çürük olmasına bakar!”

Elbette bir eğlence aracının (!) bütün bu yazı boyunca iddia edildiği gibi, bir sistemin mevcudiyetini sürdürme siyasetinde bu denli belirleyici olabileceği iddiasını “saçma” olarak nitelendirmek de olasıdır. Chaplin’i, Welles’i, Lilian Hellmann’ı, Büyük Bunalım’ı, Soğuk Savaş’ı, McCarthy’lerin odun taşıdığı cadı kazanlarını; Küba, Vietnam ve ardıllarını ve günümüzü bir kenara bırakmak da öyle. Ama Oscar, “sinema ve ideoloji” tartışmasının en belirgin başlığı olarak daha uzunca bir süre gündemde kalmayı sürdürecektir.