Dünya Bankası'nın ve IMF'nin direktiflerini iktidara geldiği günden bu yana harfiyen uygulayan bir iktidarın, göründüğü kadarıyla yerli ve millilikten anladığı, Cumhuriyet Devrimimizin mirası kamu iktisadi teşekküllerini yok pahasına uluslararası kapitalist tekellere peşkeş çekmektir. Lafa gelince yerli ve millilik söyleminde kül bırakmayan, kendisi gibi düşünmeyen herkesi “vatan haini” olarak gösterenlere şu soruları sormakta fayda var: Neo-liberal ekonomi politikaları ile esnek istihdam biçimini yaygınlaştıran, ülkeyi taşeron cennetine dönüştüren bir iktidar mı yerli ve millidir? Yerli ve milli olmak, işçilerin patronlara karşı en önemli silahı olan, iş güvencesinin teminatı kıdem tazminatına göz dikmek midir? Yerli ve milli olmak, Dünya Bankası'nın ve IMF'nin direktiflerini harfiyen uygulamak mıdır? Yerli ve milli olmak, Cumhuriyet devrimimizin mirası kamu iktisadi teşekküllerini yok pahasına yabancı sermayeye peşkeş mi çekmektir? Yerli ve milli olmak, bütün vergi yükünü emeğiyle geçinen kesimlerin üzerine mi yıkmaktır? Yerli ve milli olmak, iş güvenliğini kadere bağlayıp, ölümlü iş kazalarına karşı duyarsız mı kalmaktır? Hatırlatalım; Türkiye, ölümlü iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü. Soruları daha da uzatabiliriz. Özetlersek, Milliyetçi Hareket Partisi ve Büyük Birlik Partisi`ni de saflarına katarak, sağ-popülist bir seçim bloku oluşturan iktidarın, emperyalizm karşıtı söylemlerinin, Batılı ülkelerle yaşadığı gerginliğin iç politikaya dönük bir seçim hamlesi olduğu ortadadır. Söylem bazında yaşanan gerginliğin, iktisadi ve ticari noktada sorunsuz bir şekilde ilerlemesi bu çelişkinin bir göstergesidir. En bariz örneklerden biri; Almanya`dan sonra en çok ihracat yaptığımız ülke olan Hollanda ile son süreçte yaşanan diplomatik ve siyasi sorunlara rağmen ticari ilişkilerin hiç aksamadan devam etmesidir. İktisadi ilişkiler temelinde emperyalizmin yörüngesinden çıkmayan, Dünya Bankası`nın direktiflerini harfiyen uygulayarak, küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden iktidar, son olarak gözünü şeker fabrikalarına dikti. Bildiğimiz üzere iktidar stratejik önem taşıyan 14 şeker fabrikasını özelleştirme kararı aldı. Özelleştirme kapsamda yer alan 14 Şeker fabrikası şunlar: Bor, Çorum, Kırşehir, Yozgat, Ilgın, Kastamonu, Turhal, Afyon, Alpullu, Burdur, Elbistan, Muş, Erzincan, Erzurum. ABD merkezli şeker tekeli Cargill'in yayımladığı Ocak 2018 tarihli 'Şeker Piyasası, Mevcut Durum ve Değerlendirme Raporu'nda, kotaların kaldırılmasının, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin önemine dikkat çekiliyor. Zehir saçan, kanser, obezite, karaciğer yağlanması, alzheimer gibi hastalıklara yol açan bir nevi sentetik zehir olarak tabir edilen nişasta bazlı şeker üretiminin önünün açılması gerektiğinin belirtildiği raporda, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin Türkiye ekonomisine sağlayacağı katkılar vurgulandı. 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesi kararını yukarıdaki rapor ışığında değerlendirmekte fayda var. Kotalı nişasta bazlı şeker üretiminin yüzde 44`nü elinde bulunduran Cargill şirketi, Türkiye pazarına hâkim olmak, pancar üretimi ortadan kaldırarak, nişasta bazlı şeker üretimini tekeline almak istiyor. Cargill`in raporunun ardından özelleştirme kararının alınması oldukça manidar. Ülkemizin en üretken kamu iktisadi teşekküllerinden olan, Cumhuriyet Devrimimizin mirası şeker fabrikalarının, milli ve yerli olma iddiasındaki iktidar tarafından yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine karşı diyoruz ki; "ŞEKER FABRİKALARI HALKINDIR SATILAMAZ!"