70’lerin son çeyreği… Muratpaşa Belediyesi’nin geçenlerde, son derece yerinde bir karar ile kentimize Tarık Akan Parkı’nı kazandırdığı bölgede, iki göz odalı gecekondu evimize yeni bir ışık doğuyor; çünkü babam, eve elinde bir dergiyle geliyor: Kapağında dev bir kaplanla boğuşan genç bir kâşifin bulunduğu Milliyet Çocuk Dergisi. O gün, kitaplığımın yaramaz çocukları olarak her sabah bana göz kırpan çizgi romanlarla dostluğumun başladığı gün aynı zamanda. Nice klasikle, Charles Dickens’la, Jules Verne’le, tartışmalı serüvenlerin tartışmalı ismi Karl May’le tanıştığım gün. Yalnızca onlar mı? İsmail Gülgeç’in muhteşem görsellerinin süslediği İnce Memed, Aziz Nesin’in “Mu Ni?”si, Rıfat Ilgaz… Ve adını sonradan öğrensem de, o derginin bana ulaşmasını sağlayan bir büyük isim: Ülkü Tamer! Bir solukla gelip geçtiğimiz şu yalan dünyada, “onu nasıl bilirdiniz?” diye soran imama, gönül ferahlığıyla kaç insan için, “iyi bilirdik!” diye yanıt verebiliriz bilemiyorum; ama Ülkü Tamer, benim için örnek bir isimdi. Onu ta çocukluğumdan beri; bana onca düş, onca serüven, onca dize, onca öykü aracılığıyla vicdanı, emeği, sevgiyi öğrettiği için çok iyi bilirdim. . . . Nice yıllar ve nice yollar sonra; bir yanımızın Modern Talking’ler, Steve Wonder’larla, diğer tarafımızın ise Cengiz Kurtoğlu ya da Ümit Besen’le dans ettiği yıllarda gerçekleşen ikinci bir buluşmamız daha oldu Usta’yla. Önce müziğin büyüsüne kapıldım o Livaneli & Theodorakis albümünde, bir süre sonra da sözlerin. Şöyle diyordu şair: “Geceleyin karanlıkta / Suya attım ben sesimi / Türkü oldu birdenbire / Denizinden geçen gemi… / Geceleyin karanlıkta / Gülümsedim buluta ben / Saçlarına düşen yağmur / Gökkuşağı oldu birden… / Geceleyin karanlıkta / Yıldız tuttum gök içinde / Işığını sana vurdu / Bir gül açtı yüreğinde…” Müzik tarihimizde olasılıkla bir ilkti bu: Türk-Yunan dostluğunu geliştirmek için gerçekleşen bir proje olan “Güneş Topla Benim İçin” albümünde yer alan şarkıların tamamının sözleri, Ülkü Tamer’e yazdırılmıştı. Şiir ile şarkı sözünün farklı disiplinler olduğunu, bu alanla ilgilenenler bilir; ancak o albümde yer alan dizelerin pek çoğu, aynı zamanda birer şiirdiler: “Yan yana”, “Selam Olsun”, “Memik Oğlan”. Bir şarkıda Akdeniz’in ılık sularını seyre dalarken diğerinde bir eşkıyanın hüzün dolu öyküsünü hissetmek, elbette her babayiğidin harcı değildi! . . . Yakın sayılabilecek bir geçmişte kaleme aldığı anılarını okurken, bu ülkede sanatla uğraşmanın, şiire sevdalanmanın, gerçek bir çılgınlık sayılabilecek dergiciliğe gönül vermenin zorluklarını bir kez daha hissettiğimi anımsıyorum. Ama dilime arada bir takılan daha nice şarkıda onun izleri vardı. Örnek mi? Efkan Şeşen’in coşku dolu sesiyle yüreğimi dolduran, beni hemen her defasında, Beşevler’deki İktisat’ın önüne, 90’lardaki bir eylem alanına götüren “Düşenlere”: “Bu toprakta kalır adın / Tohumların arasında / Yeşilinde tarlaların / Başakların sarısında… / Günü gelir dağa çıkar / Yıldızlardan şiir çeker / Kanımızı siler yıkar / Suların en durusunda… / Yıllar geçse de aradan / Kopar gelir ırmaklardan / Işır yine kurşunlanan / Dostlarının yarasında… / Bayrak olur bize yarın / Rüzgârıyla ilkbaharın / Dalgalanır genç kızların / Gözlerinin karasında…” . . . Onun gidişinin ardından uzun uzadıya, şu kısacık yaşamlarımıza yarattıkları dizelerle, karanlığa savurdukları ezgiler ve öykülerle güzellik katan değerlerimizi daha çok düşünür oldum. İyi ki vardılar, iyi ki yanı başımızdaydılar. Şimdi, güzel bir kadının gözlerinin içine bakarak o dizelerini fısıldama zamanı. Şimdi, hangi yürekle, ayrıldığı insana böylesine seslenebilir ki bir ozan diye sorma zamanı. Selam olsun Ülkü Tamer’e ve yürek dolusu şükran, ardında bıraktığı, artık her birimizin olan güzellikler adına: “Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün, / Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün; / Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim; / Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata, / Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta. Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.”