Bugün doğum günüm… Geride bırakılan 45 yılın ardından, Üçgen Mahallesi’nde, artık İmam Hatip’e dönüştürülmüş küçük bir okulun avlusunda, dünyaya ve bana meraklı gözlerle bakan küçük, sarışın çocukla dertleşme günü. Şimdi bana, onca yolun; mahşeri kalabalığın iz vurduğu meydanların, nice çıkmaz sokağın ya da uzak bir dağ köyündeki sarp yamaçlı patikaların sonunda, “söylenmemiş ne kaldı ki” diye sorabilirsin. Ama demiş ya şair, “ve sana söylemek istediğim en güzel söz, henüz söylemediğimdir” diye. Şimdi sahip olduğun bu tertemiz doğaya, bağrında göverdiğin kırlara iyi bak. Mesele sadece “üç-beş ağaç” olmasa da, bir gün ona sahip çıkmak için yaşamlarını feda eden nice çocuklar tanıyacaksın. Yalnız onlar mı? Zifiri karanlıkta, güç memelerine yapışıp emmek için birbirini kollayan nice leş kargasının arasında bir tutam aydınlığın peşine düşen koca yürekli adamların da var olduğunu bileceksin. “Cehalet erdemdir” demiş birileri; “dur, yapma!” desem de, umut etmekten başka bir sığınağı olmayanların ardına takılacaksın. İyi ki de öyle yapacaksın! Paranın aşkı, ölümün yaşamı, gerçeğin düş kurmayı satın alamayacağı bir yere inanmanın bedeli, “bir baltaya sap olamamakla” ödense de, “kendi bacağından asılan koyunlar” dünyaya egemenmiş gibi görünse de; hanın, sultanın, padişahın yanaşması olmak geçer akçe bellense de, “başka bir dünya mümkün” diyenler ışık tutacak yoluna. Bakanlık koltuğunu Kenya’daki özgürlük savaşçıları uğruna terk eden, “dünyanın öteki ucunda bir çocuk ağlasa bizim yüreğimiz kanar” diyen, parmakları ve dili kesilse de umudun şarkılarını söyleyenler sana yeter! Yalanların, yanlışların, kuşkuların ardına sığındığın da olacak. “Büyücü”nün Nicholas Urfe’si gibi bir kaçma hissi yapışsa da her daim yakana, “burada ne işim var?” sorusu takılsa da kimi zaman aklına, ait olduğunu düşündüğün yerden ve insanlarından kopamayacaksın. Yaralı ruhunu artık kimsenin hatırlamadığı ıssız şarkılarla, yarım kalan dizelerle sarmaya çalışacaksın sonra. Hayal kırıklıkları, pişmanlıklar ve kirli, yapışkan bir yalnızlık gelip çalsa da kapını, hemen her defasında “başlayacaksın yeniden, inatla yaşamaya”. Aşkı tanıyacaksın… Zorunlu duraklarda, yabancı bedenlere dokunacak ellerin; gözlerin, ortada hiçbir gerekçe yokken gözlerinde duracak nice gece perisinin. Kimisi dokunacağın kadar yanındayken uzakta olacak, kimisi “lüzumundan fazla” yakın. Gözlerini ufka dikip her defasında son sigarasını içiyormuşçasına dumanını göğe savuranı da tanıyacaksın; bir gerçeğe, gerçek olarak adlandırdığı şeye, belki de gerçeğin ta kendisine doğru yol alanı da… Nereye varacağını bilmeden vurduğun da olacak kendini yollara, istasyonlara; ufukta bir görünüp bir kaybolanı anlayışların, inatla kalakalışların da… Gülüşleri özlenen, çocuklara ve aşka ölesiye bağlı, hayata anlam katan dostların da olacak yaşamında, -artık ağıtlara karışan, en sıcak kahkahanın ortasında yitirdiğin-, bir saman alevinin ardından kayıplara karışanı da… Temas ettiğin her insanda bir başka anlam bulacaksın; zaman alacak, hiç de kolay olmayacak, ama öyle… Sevdayı ve paylaşmayı bilmeyenlerin; palmiyelerin orada, dalgaların kumsalla buluştuğu noktada, güzel bir kadının yüreğine hiç dokunmamışların; uzaklarda belli belirsiz yanan kent ışıklarının suskunluğa doğru yol aldığı; bütün o yalnızlığımızın, pişmanlık ve hayal kırıklıklarının, çığlık çığlığa akan bir şarkıya selam durduğu bir şafağı hiç karşılamayanların dünyasında, şanslı hissedeceksin kendini yine de… Kısacası, hiçbir zaman tam anlamıyla bizim ol(a)mayan bir hayatta ve bizi yok etmek, hayatımızı çalmak isteyenlerin dünyasında inadına var olmaya çalışacaksın çocuk! Bütün bu “edebi” zırvalamalar bir yana, gülümsemeni ve yaşama sevincini çalamayacaklar ya, işte bu sana yeter!