Tam 25 yıl olmuş gideli… “İsyancı baharın” dallarını kırmasının üzerinden 25 yıl geçmiş… Şu an, fırtınanın karşı caddede sıra sıra dizilmiş çamların boynunu büktüğü bu kara kış ayazında, o acı günü düşünüyor, haberi aldığımda nerede olduğumu kestirmeye çalışıyorum. İzbe bir öğrenci evinin bol dumanlı salonunda, hararetli bir “memleket meselesinin” ortasında mıyım yine? Yastığımın altında, okunmaktan yorgun düşmüş “İshakça” öyküler duruyor mu hala?

Sinematek Doğarken

Hayatın içinde “var olmaya” çabalamanın, facebook’un zaman tünellerinde muhteşem profiller yaratmaktan çok daha farklı bir anlamı olduğu günlerde, orta yaşına doğru yol alan bir adam, Degüstasyon’dan çıkıp Taksim’e doğru yürümeye başlar. Ağustos sıcağında Pera hafifçe lağım kokmaktadır. Sinematek bürosunun sabun, pasajın gül kokularını bastırır bu koku: “Eski, yozlaşmış, çürümüş bir şeylerin kokusu.” Ara sokaklarda lümpenler, caddede ağır esanslarıyla tombul kadınlar, yağlı enseli komisyoncular dolaşır. Art Nouveau balkonların arkasında ölümü bekleyen levantenler kokar. Sinemaların afişlerinden melodram, inleme ve sansür yayılır ortalığa. O anda derin bir inanç kaplar yüreğini ve 1965 Ağustosunda, o gün, bu filmlerin hemen hepsini sağlayıp gösterebileceğine inanır yürekten. Anımsamaya ve anlatmaya devam eder o günleri:

“Yarın Çok İşimiz Var!”

“Ali han’ın altıncı katındaki iki küçük oda sabun kokusu içindeydi. Perdeler takılmıştı. Mobilyaları yerleştirdik. 810 liranın içinde bir küçük kilim bile vardı. Serdik döşemeye. Bürodan çok eve benzedi. Dantel işlemeli tül perdeleri çektik. Masanın arkasındaki gösterişli koltuğa kuruldum. Karım sevil bir markizete, ilk memurum olan, Galatasaray lisesi, orta iki öğrencisi mesut yetişkin bir başka markizete oturdular. Keyifle eserimize baktık. Balıkpazarı’nın girişindeki Ali han’ın kapısından çıkıp hemen karşıdaki lokantaya girdik. Sokağa bakan, önü çiçek satıcısının gülleriyle örtülü pencerenin kıyısındaki masaya oturduk. Yeni alınmış ayakkabılarını ikide bir çıkarıp bakan bir çocuk gibi, Türk Sinematek Derneği’nin ilk broşürünü çıkardım. Sayfaları bir daha çevirdim. Birkaç ay sonra, sinematek salonlarını dolduracak olan gencecik yüzleri düşlemeye çalıştım. Geleceğin yüzünü. “Hadi mesut” dedim. “Git. Derslerini çalış ve erken yat. Yarın çok işimiz var…”

Sinema Bir Şenliktir adlı muhteşem eserinde, Türk Sinematek Derneği’nin kuruluş günlerini, en ince ayrıntılarla ve nice güzelleme eşliğinde anlatan o adam, Onat Kutlar’dır. (Sözünü ettiği ve varlığını Eylül Fırtınası’na kadar sürdürecek olan dernek, gerek yazarın Langlois’yla kurduğu dostane ilişki çerçevesinde üstlendiği “sinema okulu” benzeri işlev, gerek de sinema yazınımızın en önemli örneklerini barındıran Yeni Sinema Dergisi sayesinde, yedinci sanatın ülkemizde entelektüel bir zemine oturmasında en önemli rolü oynayacaktır.)

“Yeter ki Kararmasın”

Onat Kutlar, yalnızca bir büyük sinema adamı olmanın ötesinde, henüz 23 yaşında kaleme aldığı öyküleri Türk Dil Kurumu Ödülü alacak kadar önemli bir yazardır. Pek çok aydının kabuğuna çekilip zorlu günlerin geçip gitmesini sessiz sedasız beklediği bir dönemde yazdığı “Yeter ki Kararmasın”, 12 Eylül karanlığına ilk elden direnişin namuslu bir belgesidir.

Anısı önünde saygıyla eğiliyor ve yazıyı onun dizeleriyle noktalamak istiyorum: “Şimdi kış… Pek yaprak görünmüyor dallarda. Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek ve hep birlikte duyacağız yapraklı dalların sesini…”