Ülke olarak son yıllarda yaşadıklarımız, insanımızı birçok konuda uzman yaptı. Son 10 yılda yaşananları kronolojik olarak sıralasak sayfalar yetmez; Darbe girişimi, koronavirüs süreci, irili-ufaklı depremler, maden ocaklarındaki facialar, orman yangınları, bombalı saldırılar, kadın ve çocuk cinayetleri, çiftlik bank benzeri büyük yolsuzluk olayları ve son olarak 10 ili kapsayan yüzyılın felaketi olarak gösterilen olağanüstü büyüklükte bir deprem afetiyle karşı karşıyayız.

Bir jenerasyonun kâbuslarla geçen hayatından bahsediyoruz. Sürekli ve sistematik olarak felaketlere maruz kalan Türkiye, afetlerde maksimum duyarlılık göstermeyi başarıyor. 2 yıl öncesine kadar herkes maskesiz ve dezenfektansız yaşayamıyordu. Yakın tarihe kadar kadın cinayetleri konusunda her birimiz büyük duyarlılık gösteriyorduk. Manavgat’ta yaşanan orman yangınlarından sonra bu konuda da bilgi sahibiydik.

Gündelik hayat o kadar çabuk gelişiyor ve değişiyor ki; günümüzü düşünmekten yarını planlayamıyor, dünden aldığımız dersi çabuk unutuyoruz.

1999 Marmara depreminden sonra ülke olarak deprem sigortası ile tanıştık. Yıllarca vergi ödedik. Ev alma imkânı olan insanlar deprem yönetmeliği çıktıktan sonra inşa edilmiş binaları tercih etti. Çünkü yaşanan felaketten sonra kimse eskisi kadar vicdansız olamazdı. Demirden, çimentodan ve betondan çalamazdı. Ben dâhil çok sayıda insan 2000 yılından sonra yapılan binaların daha güvenli olduğunu düşünüp etrafımızdakilere de tavsiyede bulunuyordum.

Ancak unuttuğumuz dev bir ayrıntı vardı. Günümüzde en büyük işveren olan siyaset kurumunu inşaat sektörü finanse ediyor. Birbiri ile bu kadar içli-dışlı olan, birbirine bu kadar muhtaç olan iki kurumun bizim kadar vicdanlı olamayabileceği ayrıntısına çok takılmadık.

Deprem bölgesinde yıkılan evleri, enkazları ve enkaz altındaki insanların yardım çığlıklarını duyuyoruz. 3 yıl önce yapılan rezidans da var, 1 yıl önce yapılan bina da, henüz inşaat halinde olan ve tabelasında depreme dayanıklı olduğu yazan inşaat da.

Yani son 20 yılda yaşadıklarımız da, inandıklarımız da yalanmış. Çıkmakta olman imar barışı, bizim için yeni mezarlık anlamına geliyormuş.

Son bir haftada görüştüğüm herkes, akşam evlerinde istem dışı olarak tavana baktığını, kolonları kontrol ettiğini ve çatlak olun olmadığına dikkat ettiğini söylüyor. Bunların içinde evini yeni alanlar da var. Bu bir psikolojik travmadır. Yıllardır inandığı değerlerin boş çıkmasına verilen tepkidir.

Deprem zamanı deprembilimci olduk. Koronavirüs zamanı hijyen uzmanı, orman yangınları olduğunda doğa bilimci.

Şimdi ise birden fazla uzmanlık alanına hâkim olmalıyız. Müteahhit, mimar, yapı denetimci, belediyelerin ve ilgili bakanlıkların inşaat sektörü ile ilgili ne kadar birimi varsa tamamına hâkim olmalıyız.

İşe de evimizin tavanına bakarak başlıyoruz. Kolonlardan örnek alıp kontrol ettirerek devam edebiliriz. Evimizin içini şekillendirirken, mobilya ve dolapların yaşam üçgeni oluşturacak şekilde olmasına azami dikkat edebiliriz.

Bunları yaptıktan ve kendi evimizin yüzde yüz güvenli olduğunu anladıktan sonra komşu evler için de aynı işlemleri yapmalıyız. Çünkü bu depremin öğrettiği bir diğer ayrıntı da; sizin evinizin dayanıklı olması hayatta kalmanız için yeterli olamayabiliyor.