Ömür nedir bilir misin?
İki kapılı bir handa yürüyüp gündüz gece, emaneti dolaştırıp gitmek midir?
Ya da o emanete hıyanetlik edip tek bir canın teninde bile yaprak kıpırdatmadan göçüp gitmek mi?
Bir Ege ovasında, bir Nisan ikindisinde, delirmiş otların arasında bir gelinciğin tülden yaprağına takılıp kalmak belki de...
Kadim bir tanrıçanın nefesini üfleyip yeşerttiği Geyre'nin yamacında patlayan o kızıl, allı beyazlı gelincikler mi desem...
Yeryüzünün içini döktüğü Kula'nın yanık dağlarında kadir bilmezliğe yas tutan o kara gelincikler mi?
Yoksa yolları bağlanan, iki yakası birbirinden ayrılan Köprüçay'ın koynundaki sırlı, mor, minik gelincikler mi?
Sahi ömür nedir, ışığa kara çalınan şu plastik zamanlarda?
Kokusunu yitirmiş bir kalabalık denizine usulca eklenmek mi bir metropol kıyısından?
Ah gelinciğim, ömrüm, ışıklı çiçeğim...
"Bir insan ömründe daha kaç bahar görebilir ki" dediğim günü hatırlıyor musun?
İşte o gün bugündür her Nisan'da gözlerimi yollarına döktüğüm tüm zamanlarda ömrüm, ömründür...
Artık adınla çağırıyorum kırkikindi yağmurlarını. O ince, kadifemsi teninin düştüğü her toprağı işaretliyorum, bir daha ki sefere, yeniden bulmak için seni. Bir daha ki Nisan'da yeniden suretini tavaf etmek için. Yeniden, yeniden içime çekmek için o uçup giden deli kokunu. Yeniden diz çöküp toprağa, ruhunu ruhuma katmak için...
Ah gelinciğim, içimin kızıl, mor, kor yangını...
Ömür nedir bilir misin, yeryüzü denilen bu handa?
Ne sonsuz bir sultanlık, ne de sefil bir yürek çarpıntısı. Ruhunu ruhuma katık edip, gerektiğinde tek bir yaprağın için bile ömrümü ömrüne verebilmektir...
Gözlerindeki ışık hiç sönmesin diye...