Türkiye bir yandan kavurucu sıcaklarla boğuşurken bir yandan da yüksek enflasyon ve ağır vergilerin kıskacında var olma mücadelesi veren halkın gündelik yaşamın çarkını çevirme çabası zamanın belleğine kaydoluyor. Aynı zamanda ülkenin bir ucundan diğerine benzeri görülmemiş bir yağma saldırısı da sürüp gidiyor. Bir zamanların Amerika’sında yaşanan ve birçok Hollywood filminin konusu olan  ‘Altına hücum’ dönemini anımsatan bu yağma süreci aslında yeni başlamadı. 2004 yılında köklü değişiklikler yapılarak küresel maden tekelleri ile yerli ortaklarının beklentilerini karşılaması hedeflenen maden yasasının 2. Maddesi, “Yer kabuğunda ve su kaynaklarında tabii olarak bulunan, ekonomik ve ticarî değeri olan petrol, doğal gaz, jeotermal ve su kaynakları dışında kalan her türlü madde bu Kanuna göre madendir…” ifadelerini içeriyor.

PARA EDEN NE VARSA MADEN

Daha önce yasada mevcut olan ve suyu, toprağı, ormanı, tarım alanlarını koruyan maddeler ya esnetildi ya da tamamen kapsam dışı bırakıldı. Öyle ki, yeni düzenlemede yer alan “Denizlerdeki kum ve çakıl, SiO2 oranına bakılmaksızın I. Grup (a) bendi maden sayılır” ifadeleri, denizlerin dibinden, dağların zirvelerine kadar paraya çevrilebilecek ne varsa ‘maden’ kapsamına alarak şirketlerin doğal varlıklar üzerinden sermaye birikimi yapmasına olanak sağlıyordu.

 

ALTINA HÜCÜM DÖNEMİ

Daha önce tekstil, sanayi, inşaat, imalat ya da başka sektörlerde istihdam yaratarak üretim yapan büyüklü küçüklü birçok firma bu süreçte madencilik sektörüne girerek şansını bu alanda denemeye başladı. Ruhsat yetkisinin merkezi idarede bırakılması da çoğunlukla potansiyel maden rezervlerinin üzerinde ya da kıyısındaki yerleşimlerde yaşayan halkın, hatta o yerleşimlerin idarecilerinin bile süreçten ancak projenin işletme aşamasına geldiğinde haberi olmasına yol açtı. 5 Haziran 2004 tarihli yasa değişikliğinin maden arama faaliyetlerini ÇED kapsamından çıkarması da bu keyfiyete tuz biber ekti. Bir başka deyişle madencilikte yaşanan altına hücum dönemi Türkiye’yi adeta bir sömürge madenciliği ülkesi haline dönüştürdü.

 

MADENLERİMİZİ ÇIKARACAĞIZ YALANI

Türkiye’de son yıllarda dolaşıma sokulan “Lozan anlaşmasında madenlerin çıkarılmasını engelleyen maddeler varmış, 100 yılında bu süre dolacak ve madenlerimizi çıkarabileceğiz” şeklindeki şehir efsanesi, Lozan’ın 100. Yılı olan 2023’te, özellikle de seçimlerin ardından giderek hızlanan bir madencilik saldırısına da zemin hazırlamış görünüyor. En yetkili kurumlardan bu iddiaların yalan olduğu açıklansa da, yalanın kısa vadede çıkara hizmet edici unsurunu elverişli bir araca dönüştüren günümüz siyaseti bundan yararlanmayı da ihmal etmiyor. Çoğu girişimde ruhsatlandırma tarihleri geriye dönük olsa da seçimlerin hemen ardından altına hücum söylemini haklı çıkaran saldırılar ülkenin dört bir yanında sürüyor.

EMİRDAĞ’DAN SULTANDAĞLARINA MADENCİ SALDIRISI

Bunlardan biri de Afyonkarahisar’ın Çay ilçesinde ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıl Emirdağ’da Kanadalı altın devi EldoradoGold’un Türkiye iştiraki olan Tüprag Madencilik tarafından başlatılan altın arama girişimi, yöre halkının ve üretici birliklerinin hukuk mücadelesi sonucu şimdilik engellenmişti. Türkiye’ni en önemli küçükbaş hayvancılık merkezlerinden biri olan Emirdağ’ın yaylalarının nefes almasını sağlayan yargı kararının ardından bu kez de dağın güneyindeki Sultandağı’nın benzeri bir saldırıyla karşı karşıya olduğu ortaya çıktı.

 

 

YAŞAM VE YIKIMIN SAVAŞI

Sultandağları, barındırdığı biyolojik çeşitlilik ve su kaynakları açısında bu bölge için oldukça önemli. Bölge halkı geçimini tarım ve hayvancılıkla, özellikle meyve üretimiyle sağlıyor. Geçmişte Eber Gölü’nün sağladığı bereket son yıllarda adeta yok olmuş durumda. Hatalı su yönetimi sonucu yaz aylarında büyük ölçüde kuruyan Eber Gölü günümüzde bataklık görünümünde. Tamamen kuruyan Akşehir Gölü ile de bağlantılı olan Eber Gölü, aslında çevresiyle birlikte Türkiye’nin Önemli Doğa Alanlarından biriydi. Doğa Derneği’nin yürüttüğü Önemli Doğa Alanı (ÖDA) projesi kapsamında çalışılan Akşehir ve Eber Gölleri Önemli Doğa Alanı’nın sınırları 82810 hektarlık bir alanı kapsıyordu. Akarçay Kapalı Havzası’nın bir parçası olan alanda tatlı ve tuzlu göller, bataklıklar, sazlık alanlar, mevsimsel sulak çayırlar ve ova bozkırları yer alıyordu. Yakın zamana kadar sürüler halinde mandaların dolaştığı Eber Gölü çevresi, Türkiye’nin doğa koruma çalışmaları kapsamında ‘yangında ilk kurtarılacak’ bölgelerinden biriydi. Ancak binlerce yıldır bölgede yaşamın ve çeşitli kültürlerin yeşermesine olanak sağlayan Eber ve çevresi son 20 yılda gözlerimizin önünde adım adım yok oluyor. Gölün ‘Kesin Korunacak Alan’ ve ‘Nitelikli Doğal Koruma Alanı’ olarak iki ayrı koruma statüsü bulunması da bu yok oluşu durdurmaya yetmiyor.

20 BİN DÖNÜM RUHSAT

Eber gölü kıyısında, aynı adı taşıyan köyün sınırları içinde özel bir madencilik şirketine verilen IV. Grup Maden Arama ruhsatı, bölgedeki 6 köyü etkileyecek bir alana yayılıyor. Anazon Maden A.Ş adlı özel bir şirkete verilen arama ruhsatının kapsadığı alan 199,36 hektarlık alanı kapsıyor. Yöre halkının Gelincik Ana tepesi olarak andığı bölgeyi de kapsadığı belirtilen ruhsat sahasının büyüklüğü yaklaşık 20 bin dönüme karşılık geliyor.“Değerli madenler” kategorisinde bulunan ruhsat sınıfı, altından gümüşe, kromdan bakıra birçok madenin yanı sıra çeşitli minerallerin de bulunduğu 100’e yakın endüstriyel hammaddeyi kapsıyor. 2018’de verilen arama ruhsatının süresi 25 Ekim 2025 tarihinde dolacak.

 

HALKIN HABERİ YOK

Yukarıda da altı çizildiği üzere yöre halkına konuyla ilgili bilgi verilmemesi bölgeyi bekleyen risk ya da tehditlere karşı bir refleks gösterilmesini de kısıtlayıcı bir durum. Bu tür projelerde yöre halkı ancak proje ÇED aşamasına geldiğinde haberi oluyor ancak o da kalkınma ve istihdam propagandası şeklinde yapılan “halkın katılımı toplantısı” ile sınırlı. Halkın görüş ve itirazları ise kararı değiştirmek için çoğu zaman yeterli olmuyor. Ancak hukuk yoluyla idari işlemin iptali için açılan davalarla sonuç alınabiliyor. Hak aramanın oldukça pahalı ve uzun bir yol olduğu düşünüldüğünde ulusal ve uluslararası koruma mevzuatı ile en temel insan hakları açısından bariz ihlallerin yaşandığı bir yağma süreciyle karşı karşıya olunduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

HUKUK MÜCADELESİ BAŞLATACAKLAR

Önceki gün Çay ilçesinde maden ruhsatının etki alanında bulunan bazı köylerde yerel halk bir araya gelerek madencilik girişimine karşı hukuk yoluyla mücadele etme kararı aldı. Türkiye Barolar Birliği (TBB) Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Üyesi Av. Seyda Afyoncu’dan hukuki süreçle ilgili bilgi alan yöre köylüleri madencilik girişiminin bölgedeki su kaynaklarına, tarımsal üretime ve doğal yaşama zarar vereceğini düşünüyor.

DAĞLARDA MADEN KAZIYORLAR

Çay ilçesine bağlı Deresenek köyü halkından Aykadir Oruç, “Ben doğadaki katliama, ağaçların ve hayvanların ölümüne karşıyım. Doğadaki suların kaybolmasına karşıyım. Meraların kaybolmasına karşıyım. Ayrıca bizim içme suyumuz da dağdan geliyor. Bu yüzden buradaki madencilerin gitmesini istiyoruz” sözleriyle özetliyor madencilik girişimini. Bir başka Deresenekli olan Oruç Korkmaz da “bizi dağımıza koyunumuzu keçimizi yaymaya koymadıkları halde gelip maden kazıyorlar, altın arıyorlar. Biz buna karşıyız” diyor.

ZARARLI OLACAĞINI DÜŞÜNÜYORUZ

Deresenek köyünden DursunKızmaz’ın görüşü ise madencilik girişiminin tehdidi altındaki Eber Gölünün ve çevresinin korunması yönünde: “Çevremizi kirletmek istemiyoruz. Eber sarısı olarak bilinen endemik bir bitki türümüz var burada. Aynı zamanda tarihi değeri olan Eber gölünün korunmasını istiyoruz. Diğer taraftan da orası otlak olduğu için biz hayvanlarımızı nerede otlatacağız. Maden arama sahasında yaylalar var. Yakasenek, Deresenek, Eber köyleri ile Çay ilçesi, hatta Isparta’nın Yalvaç ilçesine bağlı köyler var. Buralara da zararı olacağını düşünüyoruz. Bu yüzden biz burada maden aranmasını istemiyoruz” görüşünü dile getiriyor.

 

KUŞLAR TERK ETTİ BURAYI

Eber köyünden Mehmet Kızmaz ise madencilik girişimine karşı olduklarını, maden işletmesi açılırsa su kaynaklarının yok olacağını savunuyor. Sultandağı ilçesine bağlı olan Eber Gölü kıyısındaki Yakasenek köyünden Ahmet Koçyiğit, bölgenin kültürel ve doğal mirasına işaret ediyor. Kocaoğuz Höyük olarak bilinen alanın tescilli arkeolojik alan olduğunu dile getiren Koçyiğit, Yakasenek halkının geçmişte Eber Gölünden saz biçerek geçimini sağladığını ancak SEKA’ya ait kâğıt fabrikasının özelleştirilmesinin ardından bu üretimin bittiğini anlatıyor: “Eskiden 150 kuş türümüz vardı burada. Flamingolarımız, sakalarımız gelirdi. Gölün etrafına barajlar yapılınca göl kurudu. Bu yüzden de kuşlar terk etti burayı. Kışın Allah kar, yağmur verirse biraz su geliyor. Başka türlü su gelmiyor. Bir tek Yalı dediğimiz alanda biraz su kaldı. Gelincik Ana tepesinde maden ocağı açılırsa o su da gidecek. Bütün canlılar da ölecek. Doğamız, meyve bahçelerimiz tamamen yok olacak.Şu anda gördüğünüz gibi gölde hiç suyumuz yok. Göl çevresindeki şahıslar devletten kiraladıkları arazilere ve kendi bahçelerine motorlarla su çektikleri için Eber Gölü kuru halde. Bu yüzden sazlar, bitkiler, hepsi ölü. Kuşlar yok. Doğanın kirlenmesinden dolayı Eber Gölü maalesef bu hale geldi. Şu anda sadece sivrisinekler ve koku var.”

 

 

TORF DA PARAYA ÇEVRİLİYOR

Eber kıyısındaki köylüler, bir zamanlar sesleriyle Sultandağlarının eteklerini şenlendiren kuşların kendilerini terk ettiğini söylüyor. Son yıllarda gölü besleyen akarsular üzerine yapılan barajlar suyun insan eliyle kontrolü için atılan adımlar olsa da doğanın suyla ilgili planını bozmuş. Kuruyan gölün bekası olan topraklardaki torf da ticari bir meta olarak görülerek haraç mezat satışa konuluyor. Kısa vadeli kazançlar uğruna para eden ne varsa hepsini yok etme hırsı, Anadolu coğrafyasının su kaynakları yönünden bu çok özel bölgesini çöle çeviriyor.

 

EVLERİN KAPILARINI SÜSLÜYOR

Eber Gölü kıyısındaki Kocaoğuz Höyük, bu bölgedeki geçmiş kültürlere ışık tutuyor. 2014 yılında tescil edilerek koruma altına alınan höyüğün etekleri yıllarca yerleşim olarak kullanılmış. Geçmişte gölden kamış ve saz kesen köylülerin barakalarının kapı ve pencerelerinde bugün geçmişe bir özlem olarak flamingo ve diğer su kuşlarının çizimleri süslüyor.

 

 

KOCAOĞUZ’DA BULUNAN LUVİ YAZITI

Yakasenek köyü sınırlarındaki Kocaoğuz Höyük yakınında bulunan bir başka arkeolojik kalıntı ise bu bölgenin Anadolu’nun eski halklarından Luvi’lerin yaşam alanı olduğuna işaret ediyor. Bugün Afyonkarahisar Müzesi’nde sergilenen ve literatüre ‘KocaoğuzSteli’ olarak geçen 2 metre yüksekliğe sahip stel, Roma dönemine tarihlenen bir yapıda devşirme malzeme olarak kullanılmış.Bir başka deyişle, kanatlı güneş kursu altında Luvice yazılmış ve fırtına tanrısına adanmış 5 satırlık stel, Roma döneminde bir yapıda kullanılacak taş olarak kullanıldığı için tam olarak nereden geldiği konusunda kesin bilgi bulunmuyor. Ancak Sultandağlarının kuş uçumu yaklaşık 90 kilometre güneydoğusunda bulunan Beyşehir Sadıkhacı Köyündeki Eflatunpınar Hitit Su Anıtı ve yine aynı bölgedeki benzer dönem kalıntıları; bu bölgenin geçmişinde suya ve doğaya gösterilen saygının işareti olarak varlığını sürdürüyor. Ayrıntılar için: (https://www.hittitemonuments.com/kocaoguz/index-t.htm)

 

YATIRIMCININ İNSAFINA BIRAKILDI

KocaoğuzSteli ile Geç Hitit Dönemine ait benzeri anıtsal yapıların birbiriyle kesin ilişkili olduğunu söylemek için şimdilik yeterli bilimsel veri bulunmuyor. Ancak Anadolu coğrafyasında benzeri görülmedik şekilde sürüp giden madenci yağması ve buna bağlı arazi tahribatı, bu parçaları birbirine bağlayacak geçmişe ait birçok izi de silip gidecek gibi görünüyor. Mevcuttaki tescilli yapıların bile yeterince korunamadığı bir kültürel miras yönetiminde, Anadolu’nun toprak altında yatan potansiyel kültürel mirasını “bulursanız en yakın müzeye haber verin” şeklinde madencilerin ve diğer yatırımcıların insafına bırakılması bu zincirin kayıp halkalarının birbirine eklenmesinin önündeki engellerden biri olarak duruyor.

FIRTINA TANRISINDAN GELİNCİK ANASINA

Luvilerin Fırtına tanrısından, Türkmenlerin Gelincik Ana’sına uzanan doğaya saygı ve kutsama inancının sürekliliği bu toprakların en ayırt edici yanlarından biriydi. Bugün Anadolu dağlarında bulunan binlerce benzeri dağ, tepe ve ulu ağaç, yaşamın anlamına ilişkin sürekliliğin bir parçası. Hititler ya da Bizanslılar, Selçuklular ya da Osmanlılar; hangi idari yönetimin altında olursa olsun Anadolu halkı her zaman coğrafyasına, ağacına, suyuna ve toprağına sarılarak bugüne geldi.

HALK, ÜLKENİN GERÇEK SAHİBİDİR

Eber Gölü ve çevresi Göller Bölgesi’nin bir parçası. Bu bölge binlerce yıldır yaşam ve üretim alanı. Eber Gölü’nün batısında, Akarçay üzerinde bulunan ve geçmişi Doğu Roma dönemine kadar uzanan, yöre halkının‘Kırkgöz Köprüsü’ olarak andığı tarihi köprünün ayakları bugün tarlaların ortasında kalsa da geçmişte bu bölgede suyun yaşamı nasıl belirlediğine işaret ediyor. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de kullanılan, Kanuni döneminde ise Mimar Sinan tarafından onarılıp büyütülen tarihi köprü, bir zamanlar Surre alaylarının üzerinden geçtiği Hicaz yolunun bir parçası konumundaymış. Bugün tarihin ve coğrafyanın birer ticari meta olarak görüldüğü bu zaman diliminde Eber Gölü, Sultan Dağları ve adını akarsulardan alan Çay ilçesinin insanları belirsiz bir geleceğin kara bulutları arasından yönlerini bulmaya çalışıyor. Her fırsatta yerli ve milli söylemiyle avutulan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Cumhur’u olduğu vurgulanan halkın yüzlerce yıldır varlığını sürdürdüğü, kimi zaman savunup kimi zaman yararlandığı bir coğrafyanın; dağlarıyla sularıyla, meralarıyla ve kutsal bilinen alanlarıyla sessizce ellerinin arasından kayıp gitmesinin yarattığı ruhsal boşluk ne yazık ki kolay dolmayacak.

Kaynak: DHA