İki aylık kısa molanın ardından, kültür ve sanat gündemine ilişkin yazılarla yeniden beraberiz. Bu sayfadaki son yazılarımdan birinde, o anda henüz hayatta olan İlhan İrem için bir yazı kaleme almıştım. Yeni dönemin ilk yazısında, gerçek bir sanatçının anısı önünde saygıyla eğiliyor ve yaza onun dizeleriyle veda ediyorum: “Bulutları sil pencerenden / Sevgi devrialemi bu / Yeniden doğar her şey / Her şey bitti dediğin anda / Bir gül kök salar damarlarında / Her şey biter, bir şey bitmez.”
Masumiyet Çağı ve Göç
İlk yazıda, sıcaklığın tahammül sınırlarını aştığı yazı, belki de ilk kez sahilden ve denizden bu kadar uzakta, yayla iklimine sığınarak savuşturan bu satırların yazarının taşra günlüğünden kesitler bulacaksınız.
Ülkenin ve özelde Antalya’nın genel manzarasına baktığınızda, bir zamanlar nüfusun büyük çoğunluğunun kırsalda yaşadığına inanasınız gelmiyor. Naif ve geri dönülmesi olanaksız o çağın masumiyetine özlem duymakla birlikte, kimi “festival sinemacılarının” bir dönemde yaptıkları gibi kent-kasaba karşılaştırması yapmayacağım; ama taşrada geçen yazın anımsattıklarını paylaşmaya değer buluyorum.
İstanbul’un taşraya bakışından farklı olarak, köyden çıkıp kendini merkeze anlatan romancılarımız vardı bizim. Fakir Baykurt’un 50’lerin ortasında en nitelikli örneklerini sergilemeye başladığı kimi eserler, yazınımızın kilometre taşlarından birkaçını oluşturdu. Başlangıçta dudak bükülen, küçümsenen bu eğilim, sonra dönemin politik rüzgarına karıştı, ana akımla yakınlaştı. Buna karşın köy ve taşranın edebiyatımızda ve sinemada işlenişi tartışmalıdır.
Sahibi Geldi!
Köy Enstitülü yazarların ilk çıkışından sonra, “köyü köylü kurtaracak” ile “taşı toprağı hiç de altın olmayan, insanı yutan kent” temaları öne çıktı; ancak bir çığ gibi büyüyen iç göç, sonraki roman ve film kahramanlarına, “seni yeneceğim İstanbul!” dedirtmeye başladı. Kent, oyunu onun kurallarıyla oynasa da, bir gün geldiği yeri dayatmasını bilen pragmatist kahramanlarındı artık!
Madalyonun diğer tarafında “kentin yerlileri” vardı. Lahmacun kokuları ve arabesk tınıları arasında, Demirel ve Özal’lı yılları çağrıştıran yeni kültüre adapte olamayanlar, muhtemelen Cem Karaca’nın o ünlü şarkısı “Sahibi Geldi”yle avundular: “Lakerda kokmuyor artık İstanbul şehri / Paskalya yumurtası bile yok / O eski bostanlar ağzına kadar blok apartman şimdi / Seninse dikili ağacın bile yok! / Bir yeni sahibi var artık bu şehrin anlasana / Kimselerden korkusu yok!”
Bu tasvir, ilk bakışta göç edenlere dudak büker gibi görünse de, nakarat gerçeği haykırıyordu: “Duvara astığın o çorapların sahibi geldi / Altına aldığın o kilimlerin sahibi geldi!”
Yukarıdakiler, Aşağıdakiler
Kuşkusuz yaşanan evrimin, günümüzde “kuru bilgiden” öte bir anlam taşımadığı iddia edilebilir; ne var ki göç boyut değiştirerek devam ediyor. Son gelişmelerle birlikte kafamızı kumdan çıkarıp etrafa baktığımızda yeni bir gerçeğe uyandık. Kentler, savaştan kaçan (ya da öyle olduğunu iddia eden) yoksul yığınlarla, “cennetin” tadını çıkarmak için, -örneğin Antalya’ya- koşan insanların uğrak yeri olmuştu. Bu kentin sokaklarında hemen her gün karşılaştığımız, birbirine tezat görüntüleri anımsayalım: Çöp kutularında kağıt arayan, sahilde midye satan kara kuru “öteki” çocuklar ve kimi semtlerde bariz bir çoğunluğa sahip olduğu söylenen aynı sahildeki şanslı yaşıtları ve ebeveynleri, yeni “komşularımız”.
Bu yeni dalga nasıl bir sonuç doğuracak, ortaya nasıl bir tablo çıkacak? 60’lardan itibaren “taşranın göç etmesi ve çoğaldıkça yeni bir kent kültürünü dayatması” formülü burada nasıl işleyecek? Orada, “alttan gelen vatandaşın” değişimi ve değiştirme çabası sınıfsal tınılar taşıyordu. Ya şimdi? Sayıları milyonu aşan yoksul “yabancı” göçmenler, “orta sınıf” olma özelliğini yitirmiş “yerli” yoksullar... Doğuştan şanslı olan “buralı” azınlıklar... Parayı bastırıp dilediği yerden ev ve vatandaşlık alabilecekmutlu “azınlıklar”... Halkaya, binbir zorlukla kent merkezine gelebilen ve bir zamanlar “şanslı” olarak nitelendirilen memurları ekleyin. Ekonomik olarak tutunmalarının çok zor olduğu merkezden (Antalya’dan), çevre illere, taşraya, köy ve kasabalarına dönmek zorunda kalan yeni toplulukları.
Ne dersiniz, acaba “yeni kent ve taşra, yeni insan” başlıklı sosyolojik tezlerin ortasından mı geçiyoruz?