
SUNUŞ
Pazartesi akşam 20.00 sularında başlayan bir ‘zor’a yolculuktu bizimkisi…
İki gazeteci arkadaş, depremden zarar gören meslektaşlarımız ile görüşmeye gidiyorduk. Sibel Ankara’dan, ben de Antalya’dan hareket etmiştik.
Her ne kadar gündemimiz gazetecilerle sınırlı olsa da yaşanan acının büyüklüğü nedeni ile omuzlarımıza yüklenecek ağırlığı tam olarak kestiremiyorduk. İnsansız kalan kentler, geleceksiz kalan yaşamlar ve daha niceleriydi, bizi bekleyen. En büyük soru da deprem bölgesinden olduğumuz kişiler olarak geri dönebilecek miydik?
Sabah 7 sularında vardığımız Antakya’da başlayan, kelimenin dar ve geniş anlamı ile ‘insansızlığa’ yolculuğumuz; yaşanmamış olmasını dilediğimiz ama dileğimizin hiçbir zaman gerçek olmayacağı deneyimler, gözlemler ve tanıklıkları yaşamımıza katarak Cuma akşam saat 19.00’da Adana’da son buldu. Tabii bu arada birbirinden güzel insanları da yaşamımıza kattık.
Bu yazı dizisi, bizim yaşamımıza kattığımız birbirinden güzel insanlar ile artık yaşamımıza dâhil etme şansımızın olmadığı 50 bin insanımıza bir saygı duruşu olarak hazırlanmıştır.
SENİ KORUYAMADIK YA HABİBİ
Belen virajlarını aşıp, Amik Ovası'na indiğinizde girdiğimiz kent, sanki 2. Dünya Savaşı’nın sonundaki Berlin’i andırıyordu. Kimi yerde enkazı kaldırılmış, kimi yerde daha dokunulmamış yıkık binalar. Oysa Berlin değildi girdiğimiz kent, Antakya’ydı.
Aslında Antakya’nın dramı Belen’den başlıyor. Belen’e kadar otobanda rahat rahat gelirken daha sonra yol birdenbire bitiyor. Sert ve keskin virajdan sonra kendinizi tek şeritli ve bol virajlı bir yolda buluyorsunuz. Bundan sonraki yaklaşık 50 kilometrelik yol tam bir işkenceye dönüşüyor. Dram da, yardım konvoylarının burada kaybettikleri saatlerle başlıyor. O daracık yollardan bırakın koca koca iş makinaları ve kamyonların geçmesini, binek arabalar bile zar zor gidiyor.
ANADOLU’NUN İLK IŞIKLANDIRILAN CADDESİ ARTIK KARANLIK
Antakya’nın meşhur Kurtuluş Caddesi, Anadolu’da ışıklandırılan ilk cadde unvanına da sahip. Işıklandırılan bu ilk cadde artık koyu bir karanlığa gömülmüş durumda. Deprem unvan dinlemiyor sonuçta.
Antakya’nın bir diğer önemli noktası olan ve kentin eğlence merkezi durumundaki Eski Antakya sokakları, tam bir taş yığınına dönmüş. Taş yığını, çünkü bütün evler taş duvarlardan örülmüş. Bize rehberlik ede dostumuz, bir taşın başına eğilerek, taş ustalarının bu taşı nasıl ince ince işlediklerini anlatırken gözyaşlarına hâkim olamıyor. Her cümlesinde sanki o taşı yeniden, yeniden üretiyor ve duvarı inşa ediyor, kendi iç dünyasında.
Yıkıntılar arasından gözümüz içeride bir pencere ve önündeki masaya takılıyor. Masada, orada oturanların servis ve kadehleri duruyor hala. Sanki “Bir zamanlar burada insanlar mutlu ve mesut yaşadı” cümlesine tanıklık etmek istiyorlar. Orada yaşayan insanlar, bu bölgeye hiç girilmediğini, bu nedenle de enkazların altında hala hayatını kaybeden insanların olabileceğini söylüyorlar.
Bu ve benzeri cümleleri Antakya’nın pek çok yerinde duyuyoruz. Antakyalı bir gazeteci, “Sadece Antakya’da 50 bin kişi hayatını kaybetmiştir.” diyor.
MEZARLARDAN KALDIRILAN BAYRAKLAR
Antakya’ya geldiğimiz gün, Kemal Kılıçdaroğlu da, ‘Millet Buluşması’nı Antakya’dan başlattı ve çadır kentin karşısındaki alana İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kurduğu büyük bir çadırda Antakyalılar ile bir araya geldi. İşte buluşmadaki konuşmasında Kılıçdaroğlu, insanın kanını donduran şu bilgiyi verdi: Antakya Belediyesi’nin depremde hayatını kaybedenlerin mezarına diktiği Türk Bayrağı ve Antakya Büyükşehir Belediyesi flamaları, Valilik emri ile toplatılmıştı. Ne bir açıklama, ne de bir gerekçe gösterilmişti. İnsanların düşündüğü tek gerekçe, Kılıçdaroğlu’nun o mezarlığı ziyaret edeceği, bayrakların da bu nedenle toplandığıydı. İnsanların, mezarlarının başına konan tahta parçaları ile basit bir sayıya indirgendiği bu alanda, bir Türk Bayrağı bile çok görülmüştü.
Asi Nehri, Antakya’ya karakterini veren bir nehirdir. Bereketli akar nehir. Bu yüzdendir ki Antakya, Asi Nehri’nin iki yanına, bir gerdana dizilen inci gibi dizilmiştir. İşte bu gerdanlık, depremle birlikte, hoyrat bir el tarafından koparılmış gibi… İnciler ise ortalığa saçılmış durumda şu anda. Bu gerdanlığın en güzel parçaları olan, 1938’de bağımsızlığın, 1939’da da Türkiye’ye katılma kararının alındığı meclis binası, dünyanın en önemli mozaik eserlerinin bulunduğu müze artık bir harabe. Yine tarihi bir bina olan Büyükşehir Belediyesi binası da yıkımdan nasibini almış durumda.
ANTAKYA MOZAİĞİ PARAMPARÇA
Antakya, tarihin her döneminde dinler açısından önemli şehirlerdendir. Haçlı seferlerinin ilk hedefidir örneğin. Çünkü Hz. İsa’nın üç havarisinin mezarı ve tarihin ilk kilisesi buradadır. Bu nedenle de Hristiyanların Hac merkezidir. Aynı zamanda, Anadolu’nun ilk Camisi, Habib-ül Neccar Cami de buradadır. Habib-ül Neccar demişken, aslında Neccar marangoz demektir. Habib-ül Neccar’ın mesleği marangozluktur ve yörede Hıristiyanlığı ilk kabul eden kişidir. Habib-ül Neccar’ın öyküsü, Kur’an’da Yasin Suresinde anlatıldığından dolayı, Antakya’da 7. Yüzyıl’da inşa edilen camiye ‘Habib-ül Neccar’ adı verilir. Aynı şekilde, Antakya’nın sırtını yasladığı dağın da adı Habib-ül Neccar’dır. Cami, kiliselerin ve sinagogunda bulunduğu bir caddenin başlangıcıdır. Bugün ne Habib-ül Neccar Cami, ne Katolik ve Ortodoks kiliseleri ne de Yahudi sinagog’u yerinde duruyor. Yaklaşık 2 bin yıllık tarih, depremden sonra oluşan yıkıntılar içerisinde kendisini arıyor.
Mozaikleri ile ünlü olan ve kendisi de bir kavimler mozaiği olan Antakya artık paramparça.
İnsan, sessizce ve ağır bir acı ile mırıldanmadan edemiyor: Seni koruyamadık, Ya Habibi